18 Haziran 2012 Pazartesi

Müslümanca konuşmanın özellikleri



Bir insanın Müslümanca konuşabilmesi için, Allah'a samimiyetle teslim olması ve doğruyu yanlıştan ayıran Kuran'a uyması yeterlidir. Bu durumda vicdanı ona doğru yolu gösterecek ve sözün en güzelini söylemesine vesile olacaktır.
Allah, Kuran'da Müslümanca konuşmanın nasıl olması ve iman edenlerin hangi üsluplardan kaçınması gerektiğine dair çeşitli örnekler vermiştir. Aynı zamanda Kuran'da dünya hayatında insanların karşı karşıya kalabilecekleri olaylardan da örnekler verilmiş ve farklı karakterlerdeki insanların bu olaylar karşısındaki tepkileri ve konuşmaları bizlere tanıtılmıştır. Böylece inanan bir insan, Kuran'a tabi olarak, hangi konuşmanın Müslümanca, hangi konuşmanın ise Kuran dışı olduğunu görebilmektedir. Allah'ın beğenmediği üsluptan sakınabilmekte ve yine Allah'ın razı olacağı bir konuşma tarzını en mükemmel şekilde uygulayabilecek bir bilgiye sahip olabilmektedir.
İlerleyen sayfalarda Allah'ın Kuran ayetleri ile bizlere bildirmiş olduğu Müslümanca konuşma üslubu tüm özellikleriyle incelenecek ve bu üslubun tam olarak anlaşılıp hayata geçirilebilmesi için Kuran'dan ve günlük yaşamdan örnekler verilecektir.

Allah'ın kudretini (kadrini) takdir edebilen bir
üslup ile konuşmak

Samimi olarak iman eden bir kişi yaşadığı her olayda Allah'ın aklını, ilmini, sanatını ve gücünü görür ve hayranlıkla Allah'a boyun eğer. Bu samimi sevgi, saygı ve teslimiyet, kişinin tüm hayatına olduğu gibi konuşmalarına da yansır. İman eden bir insan, Allah'ın hiçbir şeye ihtiyacı olmadığını; herkesin ve herşeyin, tüm varlıkların her an O'na muhtaç olduklarını bilir. Allah'ın kudretini ve büyüklüğünü kavradığı için aynı zamanda kendi aczinin de farkındadır. Allah dilemedikçe, kendisinin tek başına hiçbir şey yapamayacağını bilir. Bu yüzden ne kadar mükemmel özelliklere sahip olursa olsun, bunlardan dolayı kibir ya da büyüklenme duygusuna kapılmaz. Daima aczini bilen, boyun eğici ve teslimiyetli bir hal ve üslup içerisindedir; kazandığı bir başarıdan bahsederken, bunun ancak Allah'ın izniyle ve O'nun kendisine verdiği yetenekler sayesinde gerçekleştiğini bilerek konuşur. Aynı şekilde kendisine bir övgü yöneltildiğinde de, tüm bu övgülerin aslında Allah'ın üstün sanatına karşı yapıldığını bilmenin verdiği tevazu içerisindedir.
Allah'ın kudretini gereği gibi takdir edebilen bir insanın konuşmalarına O'nun aklını, ilmini, gücünü ve büyüklüğünü övüp yücelten bir üslup hakimdir. Böyle bir insan hayatının her anında kalbi hep Allah ile birliktedir; ne yapsa, nereye baksa, ne işitse hepsinde Allah'ın sanatının örneklerini görür ve bunlara karşı duyduğu hayranlığı samimi bir şekilde dile getirir. Kuran'da iman edenlerin günlük hayatın her anında; gerek otururken, gerek ayaktayken gerekse de yatarken kalplerinin hep Allah ile birlikte olduğundan, her an Allah'ın kudretini düşünüp dile getirdiklerinden bahsedilmektedir.
Ayette Allah şöyle buyurmaktadır:
Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) "Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek Yücesin, bizi ateşin azabından koru." (Al-i İmran Suresi, 191)
Müslüman, yaşadığı her an, yaptığı her işte bu gerçeğin şuurundadır. Yediği besinleri kupkuru topraktan çıkarıp en güzel ve en lezzetli şekilde kendisine sunanın ve tat alabilmesini sağlayanın Allah olduğunu bilir. Bu nedenle yemeği pişirene teşekkür ederken, asıl teşekkürü Allah'a borçlu olduğunu bilir ve Rabbimiz'e şükreder. Hoşuna giden bir müzik dinlediğinde asıl hayranlığı onu çalan kişiye değil, insanlara bu yeteneği ve kendisine de müziğin sesinden zevk alma hissini veren Allah'a karşı olur.
Çok istediği bir şey, hiç beklemediği bir anda gerçekleştiğinde, bunun tesadüf olmadığının şuurundadır, hemen Allah'a şükreder. Güzel bir mimari yapıyı gezdiğinde, o eseri inşa eden, dekorasyonunda rol alan kimseleri estetik anlayışlarından dolayı takdir eder, ama gerçekte tüm bu güzellikleri yaratanın Allah olduğunu unutmaz, Allah'ın büyüklüğünü övüp tesbih eder. Kendisinde bulunan vasıflardan dolayı da gurura kapılmaz; Allah'ın aciz bir kulu olduğunu bilerek, övgüyü daima Rabbimiz'e yöneltir. Kuran'da, insanlara övgünün gerçek sahibinin Allah olduğu hatırlatılmış ve Allah'ı yücelterek tesbih etmeleri bildirilmiştir:
Ve de ki: "Övgü (hamd), çocuk edinmeyen, mülkte ortağı olmayan ve düşkünlükten dolayı yardımcıya da (ihtiyacı) bulunmayan Allah'adır." Ve O'nu tekbir edebildikçe tekbir et. (İsra Suresi, 111)

Allah'ı çokça zikretmek

Kuran'da, "Sana Kitap'tan vahyedileni oku ve namazı dosdoğru kıl. Gerçekten namaz, çirkin utanmazlıklardan ve kötülüklerden alıkoyar. Allah'ı zikretmek ise muhakkak en büyük (ibadet)tür. Allah, yaptıklarınızı bilir." (Ankebut Suresi, 45) ayetiyle, Rabbimiz'i zikretmenin en büyük ibadet olduğu bildirilmektedir. Müminler bu ibadeti büyük bir içtenlikle yerine getirirler. Kalplerindeki derin Allah sevgisi, doğal olarak konuşmalarına da yansır. Karşılaştıkları her nimeti kendilerine verenin Allah olduğunu bilir, gördükleri her güzellikte Allah'ı düşünüp O'na şükrederler. Başlarına gelen her olayın özel bir hikmet üzerine yaratıldığının bilincinde oldukları için, her zorlukla birlikte yine Allah'ı zikredip O'na tevekkül ederler. Dolayısıyla hayatlarının her anında, yaşadıkları her olayda Allah'ı düşünüp, Rabbimiz'in ismini anarlar.
Müslümanların Allah'a bağlılıkları o kadar kuvvetlidir ki, her ne işle ilgilenirlerse ilgilensinler Allah'ı zikretmekten uzaklaşmazlar. Kuran'da, "(Öyle) Adamlar ki, ne ticaret, ne alış-veriş onları Allah'ı zikretmekten, dosdoğru namazı kılmaktan ve zekatı vermekten 'tutkuya kaptırıp alıkoymaz'; onlar, kalplerin ve gözlerin inkılaba uğrayacağı (dehşetten allak bullak olacağı) günden korkarlar." (Nur Suresi, 37) ayetiyle müminlerin Allah'ı zikretmede gösterdikleri kararlılığa dikkat çekilmektedir.
Müminlerin bu kararlılıkları, "Bunlar, iman edenler ve kalpleri Allah'ın zikriyle mutmain olanlardır. Haberiniz olsun; kalpler yalnızca Allah'ın zikriyle mutmain olur." (Rad Suresi, 28) ayetiyle bildirilen gerçeği kavramalarından kaynaklanmaktadır. Dünya hayatında insanların zevk alabilecekleri pek çok nimet vardır; ancak bunların hiçbiri onlara Allah'ı zikretmenin verdiği gerçek huzur ve mutluluğu vermez. Her biri , ancak Allah'ın zikriyle birlikte bir anlam ve güzellik kazanır. Çünkü insan tüm bunlardan hoşnutluk duyabilecek bir ahlaka, ancak Allah'a teslim olarak, herşeyin, Rabbimiz'in yarattığı ve O'nun kontrolünde olan nimetler olduğunu bilerek ulaşabilir.
Ayrıca Kuran'da, Allah'ı çok anmanın, müminlere kesin olarak başarı ve üstünlük sağlayan imani sırlardan biri olduğuna da dikkat çekilmektedir:
Ey iman edenler, bir toplulukla karşı karşıya geldiğiniz zaman, dayanıklılık gösterin ve Allah'ı çokça zikredin. Ki kurtuluş (felah) bulasınız. (Enfal Suresi, 45)
Bu gerçeğin şuurunda olan müminler günün her saatinde, her şart ve durumda kalpleriyle veya dilleriyle Allah'ı anıp Rabbimiz'in şanını yüceltirler.

Allah'ı en güzel isimleriyle anmak

Allah Kuran'da, "... Allah, diye çağırın, 'Rahman' diye çağırın, ne ile çağırırsanız; sonunda en güzel isimler O'nundur..." (İsra Suresi, 110) ayetiyle en güzel isimlerin sahibi olduğunu hatırlatmış ve müminlere Kendisi'ni bu isimleriyle anmalarını bildirmiştir.
İman edenler yaşamları boyunca karşılaştıkları her olayda Rabbimiz'in üstün tecellilerini görür ve O'nu en güzel isimleriyle anar, şanını övüp yüceltirler. Örneğin Rabbimiz'in sonsuz adalet sahibi olduğunu bilir ve yaşadıkları olaylarda Allah'ın bu isminin tecellilerini görüp dile getirirler. En zor şartlarla karşılaştıklarında bile konuşmalarından, Allah'ın mutlak adaletinin şuurunda oldukları hissedilir. Maddi bir zarara uğrasalar, amansız bir hastalığa yakalansalar ya da başkaları tarafından büyük haksızlıklara uğratılsalar bile, tüm bunların denenmeleri için yaratılan özel olaylar olduğunu unutmazlar. Olaylar her ne kadar farklı görünürse görünsün, Allah'ın sonsuz adalet sahibi olduğunu, dünyada ve ahirette, her insanın iyilikten ya da kötülükten yana hak ettiği karşılığı eksiksiz olarak vereceğini bilirler. Allah'ın "… Onlar, 'bir hurma çekirdeğindeki iplikçik kadar' bile haksızlığa uğratılmazlar." (Nisa Suresi, 49) ayetiyle hatırlattığı gibi, insanın zerre kadar dahi haksızlığa uğratılmayacağının şuurunda olarak konuşur, Allah'ın razı olmayacağı bir söz söylemekten şiddetle kaçınırlar. Beraberlerinde bulunan insanlara da her zaman bu gerçeği hatırlatacak, onları gaflete düşmekten, hatalı düşünmekten sakındıracak konuşmalar yaparlar.
Müminler Rabbimiz'in "Adl" isminin yanında, O'nun 'merhametlilerin en merhametlisi', 'çok esirgeyen, çok bağışlayan', 'iyiliğin ve şükrün karşılığını fazlasıyla veren', 'samimi duaya en güzel şekilde icabet eden', 'samimi kullarını koruyup kollayan' olduğunu da bilirler. İnsana 'rızık verenin', 'neşe ve huzur verenin', 'güldüren ya da ağlatanın' da yine ancak Allah olduğunu bilir, konuşmalarında bu şuuru yansıtan bir üslup kullanırlar. Konuşmalarından, yaşadıkları her olayda Allah'ın mutlak müdahalesinin, sonsuz aklının ve benzersiz sanatının tecellilerinin bilincinde oldukları anlaşılır.
Her konuda müminler için güzel birer örnek olan peygamberlerimizin konuşmalarında da Rabbimiz'i en güzel isimleriyle anıp yücelttikleri görülmektedir. Kuran'da, Allah'tan kendisine gelen bir vahiy karşısında Hz. İsa'nın söylediği bildirilen sözler, onun bu ahlakını ortaya koymaktadır:
Allah: "Ey Meryem oğlu İsa, insanlara, beni ve anneni Allah'ı bırakarak iki İlah edinin, diye sen mi söyledin?" dediğinde: "Seni tenzih ederim, hakkım olmayan bir sözü söylemek bana yakışmaz. Eğer bunu söyledimse mutlaka Sen onu bilmişsindir. Sen bende olanı bilirsin, ama ben Sen'de olanı bilmem. Gerçekten, görünmeyenleri (gaybleri) bilen Sensin Sen." (Maide Suresi, 116)

Her an Allah ile beraber olduğunu bilerek
konuşmak

Bazı insanlar kendilerini yaratanın, rızık ve nimet verenin, her an her yerde kendilerini gözetip kollayanın Allah olduğunu düşünmezler. Ölümle birlikte yine Rabbimiz'e döndürüleceklerinin ve dünya hayatında gösterdikleri her tavırdan, söyledikleri her sözden sorguya çekileceklerinin şuurunda değillerdir. Allah'tan bağımsız, müstakil birer varlık olduklarını sanırlar. Konuştuklarında kendilerine nutku verip konuşturanın Allah olduğunu akıllarına getirmezler. Oysa Allah herşeyin tek hakimidir ve insanların bütün yaptıklarından haberdardır; O'nun bilgisi dışında tek bir yaprak bile oynamaz. Allah her an her yerde herşeye şahittir. Kuran'da bu gerçek şöyle bildirilir:
Senin içinde olduğun herhangi bir durum, onun hakkında Kur'an'dan okuduğun herhangi bir şey ve sizin işlediğiniz herhangi bir iş yoktur ki, ona (iyice) daldığınızda, Biz sizin üzerinizde şahidler durmuş olmayalım. Yerde ve gökte zerre ağırlığınca hiçbir şey Rabbinden uzakta (saklı) kalmaz. Bunun daha küçüğü de, daha büyüğü de yoktur ki, apaçık bir kitapta (kayıtlı) olmasın. (Yunus Suresi, 61)
Kainattaki herşey, küçük bir toz tanesi bile, Allah'ın kontrolü altındadır. Ama bazı insanlar yaşamlarını bu gerçekten habersiz olarak sürdürmektedirler. Kendilerine verilen konuşma kabiliyetleri geri alınacak olsa, Allah dilemediği sürece ağızlarından tek bir hece dahi çıkamayacağını akıllarına getirmezler. Oysa gerçek şudur: İnsan Allah'ın dilemesiyle var olmuştur; yaptığı her iş gibi, söylediği her söz de ancak Allah'ın izniyle ve kudretiyle oluşmaktadır. Öyleyse insan, hayatının her anında olduğu gibi, konuştuğu her anda da kendisini yaratan Rabbimiz'in huzurunda olduğunun şuurunda olmalıdır.
İşte inanan kimselerin üslubunu diğer insanlardan ayıran en belirgin özelliklerden biri, bu kimselerin "her an Allah ile beraber olduklarını bilerek konuşmaları"dır. Bu, insanın o an kalben Allah'ın varlığını, kudretini ve büyüklüğünü hissetmesi; Allah'ın her yeri ve herşeyi kuşattığını, her an yanımızda olduğunu, konuşulan herşeyi duyup bildiğini ve insanları tüm bunlardan hesaba çekeceğini unutmadan konuşmasıdır. Bu gerçeklerin bilincinde olan bir insan son derece samimi ve dürüst bir üslupla konuşur. Kalbindeki Allah korkusu Rabbimiz'in razı olmayacağı bir söz söylemesine engel olur.
Bir insanın hayatının her anını Kuran ahlakına göre yaşaması o kişinin Allah'ın kudretinin, büyüklüğünün ve her an kendisini görüp duyduğunun şuurunda olduğunun en açık göstergelerinden biridir. Örneğin bu kişi, o anda politikadan veya ticari bir konudan bahsediyor ya da zihnini tamamen meşgul edecek bir matematik hesabı yapıyor olabilir. Ama kalbine yerleşmiş olan Allah korkusu, konuştuğu süre boyunca Allah'tan sakınmasını, O'na karşı içli bir saygı, sevgi ve korku duyarak hareket etmesini sağlar. Ve bu şuur, kişinin ağzından Kuran ahlakına muhalif olabilecek bir söz çıkmasını engeller. Zaten önemli olan da, kişinin, o konuşmaları yaptığı sırada samimi imanı ve Allah korkusunu kalbinde yaşıyor olmasıdır. Bu kişi politika ya da ticari bir konudan bahsettiği anlar boyunca imanın temelini oluşturan tüm gerçeklerin açık bir şuurla farkındadır. Allah'tan başka bir kuvvet olmadığının, Allah'ın herşeyi işitip gördüğünün, hiçbir şeyin O'ndan gizli kalmayacağının bilincindedir. Bu da onun her sözünü Allah'tan sakınarak, Müslümana yakışan bir konuşma üslubu içerisinde söylemesini sağlar.

Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmadan konuşmak

Allah, "Sizin İlahınız tek bir İlah'tır; O'ndan başka İlah yoktur; O, Rahman'dır, Rahim'dir (bağışlayan ve esirgeyendir)." (Bakara Suresi, 163) ayetiyle insanlara Kendisi'nden başka bir Yaratıcı, iyilikten ya da kötülükten yana müdahalede bulunabilecek bir güç olmadığını bildirmiştir. Allah tektir, O'ndan başka insanlara hayır yöneltebilecek, onları koruyup kollayabilecek, nimet ve huzur verebilecek başka bir kuvvet yoktur.
Ancak insanların bir bölümü bu gerçeğin gereği gibi farkında değildirler. Kimileri kendilerine sorulduğunda Allah'tan başka bir İlah olmadığına, O'nun herşeye güç yetirdiğine inandıklarını söylerler. Fakat bu gerçeğe kalben tam olarak iman etmedikleri için insanlardan, olaylardan ve hatta bazen de 'şans' ya da 'tesadüf' adını verdikleri hayali güçlerden medet umarlar. Ancak ne insanların ne de diğer varlıkların hiçbirinin gerçek anlamda bir gücü yoktur. Kuran'da bildirildiği gibi, "… Şüphesiz 'izzet ve gücün' tümü Allah'ındır…" (Yunus Suresi, 65)
İman eden bir kimse ise Allah'tan başka İlah olmadığına, 'izzet ve gücün' sadece O'na ait olduğuna iman eder ve bu gerçeği hayatının her anında samimiyetle yaşar. Allah'tan başka hiçbir şeyden; insanlardan, olaylardan, eşyalardan medet ummaz. Sadece Allah'a güvenip dayanır. Yalnızca Allah'tan korkup, yalnızca O'ndan yardım bekler. Çünkü hiçbir insan, hiçbir varlık İlahlık vasfı taşıyamaz; bunların her biri, Allah'ın korumasına muhtaç, kendilerinden yana iyilik sağlamaya ya da bir kötülüğü uzaklaştırmaya güç yetiremeyen varlıklardır. Allah Kuran'da bu konuyu şöyle bir örnekle açıklamaktadır:
Hak olan çağrı (dua, ibadet) yalnızca O'na (olan)dır. Onların Allah'tan başka çağırdıkları ise, onlara hiçbir şeyle cevap veremezler. (Onların durumu) yalnızca, ağzına gelsin diye, iki avucunu suya uzatan(ın boşuna beklemesi) gibidir. Oysa ona gelmez. İnkar edenlerin duası, sapıklık içinde olmaktan başkası değildir. (Rad Suresi, 14)
Bu gerçeğin farkında olan bir müminin kalbindeki samimi iman ve Allah korkusu, tüm açıklığıyla konuşmalarına da yansır. Konu ne olursa olsun, böyle bir insanın üslubundan sadece Allah'a güvenip dayandığı hemen anlaşılır. Allah'tan başka bir İlah olmadığını kavramış bir kimse, nasıl bir olayla karşılaşırsa karşılaşsın, herşeyin Allah'ın kontrolü altında olduğunu bilir. Söz konusu durum kişinin tüm hayatını, geleceğini, güvenliğini, mal varlığını ya da sağlığını birinci dereceden ilgilendirebilir. Ve görünüşte tüm şartlar sadece birkaç kişinin ağzından çıkacak bir karara, bu kişilerin yapacağı herhangi bir hataya ya da elde edecekleri bir başarıya bağlı olabilir. Ancak katıksız olarak iman eden bir kimse, tüm bunların sadece Allah'ın kontrolü altında olduğunu bilir ve buna göre davranır. Bu konuya şöyle bir örnek verebiliriz:
Tüm mal varlığını ortaya koyarak yeni bir işe yatırım yapan bir iş adamı, ürünlerinin piyasada iyi bir yer edinmesi için çeşitli reklam ve tanıtım kampanyalarına katılır. Aynı sektördeki diğer firmalarla rekabet edebilmesi için daha kaliteli üretim yapması gerekecektir. Bu yüzden tüm bunlar için reklam müdüründen pazarlama ya da satış elemanlarına kadar şirket bünyesinde çalışan herkesten çok iyi bir performans bekler. Bu kişilere gereken talimatları verir. Onları teşvik etmek ve harekete geçirmek için çeşitli konuşmalar yapar. Çünkü mutlaka diğer firmaların önüne geçebilmeli, onlardan daha başarılı olmalıdır.
Bu noktada, aynı şartlar altında bulunan ancak Allah'tan başka bir İlah olmadığının şuurunda olan bir insanın tavrındaki farklılık şu olur: Bu kimse de gereken tüm teknik tedbirleri alır. Fakat kendisini zengin edecek gücün ne yapılacak reklamda ne tanıtım ve pazarlama çalışmalarında ne de bu konuda uzman olan elemanlarda olmadığının farkındadır. Tam tersine tüm bunların Allah'ın dilemesiyle karar alabilen, Allah'ın izni ile hareket edebilen ve yine Allah'ın izniyle başarı kazanabilen varlıklar olduğunu bilir. Eğer bu aracılardan herhangi birini Allah'tan ayrı müstakil bir güç gibi kabul edecek olursa, onu Allah'a ortak koşmuş olacağının şuurundadır. Bu nedenle gerek beklentilerini anlatırken gerek elemanlarını yönlendirirken gerekse de tüm işlerin takibini yaparken tüm bunların Allah'ın kontrolünde olduğunu bilen bir üslupla konuşur. Aksilik gibi görünen bir olay geliştiğinde hiçbir zaman bundan dolayı bir sıkıntıya kapılmaz, asabi konuşmalar yapmaz. Bu hata kimden ya da hangi sebepten kaynaklanıyorsa, bu doğrultuda gereken en akılcı ve keskin tedbirleri alır. Ancak hiçbir zaman bu hataya neden olan kişinin müstakil güç sahibi olduğunu veya olayların kendi kendine geliştiğini sanarak, Allah'a şirk koşan bir üslup içerisine girmez. Çünkü eğer ortada yapılan bir hata varsa, bunun kişinin kaderinde olduğunu ve Allah dilediği için o hatanın yapıldığını bilir. Bu durum onun dünya hayatındaki imtihanının bir parçasıdır; olayların insanların kontrolünde geliştiğini sanarak gaflete mi kapılacaktır yoksa Allah'tan başka bir İlah olmadığının şuurunda mı hareket edecektir? İman sahibi bir insan böyle bir durumda bütün olayların Allah'ın dilediği şekilde, hayır ve hikmetle yaratıldığını bilir. Bu nedenle beklemediği bir sonuçla karşılaştığında da her zaman tevekkülünü, Allah'a olan boyun eğiciliğini yansıtan itidalli ve teslimiyetli bir üslup içerisinde olur.
Müslümanın konuşmalarına yansıyan bu şuur, önemli bir iman alametidir. Allah'tan başka İlah olmadığını bilerek yaşayan ve konuşmalarına da bunu yansıtan kişi doğal olarak çevresine de Allah'ın büyüklüğünü ve yüceliğini sürekli hatırlatmış yani tebliğ yapmış olur.

Allah'ı övüp yücelterek konuşmak

Kuran'ın "Andolsun, onlara: "Gökleri ve yeri kim yarattı, Güneş'i ve Ay'ı kim emre amade kıldı?" diye soracak olursan, şüphesiz: "Allah" diyecekler. Şu halde nasıl oluyor da çevriliyorlar?" (Ankebut Suresi, 61) ayetiyle, bazı insanların kendilerini yaratanın ve her an nimet verenin Allah olduğunu bilmelerine rağmen, bu gerçekten uzak bir yaşam sürdüklerine dikkat çekilmektedir. Gerçekten iman etmiş olan müminlerin ise en önemli özelliklerinden biri, hayatlarının her anında, her yerde, sergiledikleri her tavır ve yaptıkları her konuşmayla Allah'a olan samimi imanlarını ve bağlılıklarını ortaya koymalarıdır. Allah'ı dünyadaki herkesten ve herşeyden çok daha fazla severler. Allah'ın kudretine, aklına, ilmine, sanatına ve üstün ahlakına karşı derin bir hayranlık duyarlar. Dünyada Allah ile dost olmak, Allah'ın sevgisini kazanmak isterler. Gelmiş geçmiş tüm insanlar arasında Allah'a olabilecek en yakın insan, O'nun en sevdiği kulu olmaya çalışırlar.
Böylesine derin bir sevgi, bu kimselerin konuşmalarına da yansır. Her sözleri Allah'ın adını anıp yüceltmeye, O'nun rızasını kazanmaya yöneliktir. Allah'a olan sevgilerinin, insanlara duydukları sevgiden çok daha fazla olduğu, insanları Allah'ın birer tecellisi olarak sevdikleri tüm konuşmalarından açıkça anlaşılır. Tüm insanları yaratanın, kendilerine dünya hayatının güzelliklerini sunanın Allah olduğunu bilirler. Bu nedenle gördükleri her güzellik, kendilerine ulaşan her iyilik ya da yöneltilen her sevgi yine Allah'tan kendilerine gelen nimetlerdir. Tüm bunlar Allah'ın kullarına olan sevgisinin, merhametinin ve lütfunun birer tecellisidir. Öyleyse, insan kendisine ulaşan her nimetin şükrünü Allah'a yapmalı, minnettarlığını asıl olarak Allah'a yöneltmelidir. İman edenler bu gerçeği kavradıkları için, Allah'ın herşeyin ve herkesin üzerinde olduğunu bilen bir üslup kullanırlar. Kuran'da, müminlerin Allah'a olan bu sevgileri ve bağlılıkları şöyle ifade edilir:
İnsanlar içinde, Allah'tan başkasını 'eş ve ortak' tutanlar vardır ki, onlar (bunları), Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin ise Allah'a olan sevgileri daha güçlüdür ... (Bakara Suresi, 165)
Bu gerçeği kavramayan insanlar ise, ayette dikkat çekildiği gibi Allah'a ortak koştukları bazı varlıkları Allah'ı sever gibi severler. Bu insanların sohbetlerinde Allah'ı hakkıyla takdir edemediklerine ve başka varlıkları O'ndan üstün tuttuklarına dair ifadelere sıkça rastlanır. Kimileri para, mal-mülk ya da itibar gibi dünya hayatının süslerini, kimileri de sevdikleri insanları Allah'a ortak koşan bir üslup içerisindedirler. Kimileri Allah'a iman ettiklerini söyler ama, dostlarını Allah'tan daha üstün tutan bir konuşma üslubu kullanırlar. Allah'tan gafil bir şekilde konuşan birini gördüklerinde bu durumdan rahatsız olmaz ve karşılarındakini uyarmazlar. Ancak sevdikleri insanlardan herhangi birine yönelik yanlış bir söz söylendiğinde bu duruma hemen karşı çıkarlar. Sevdiklerinin aleyhinde asla bir söz söyletmez ve haksızlık yaptırmazlar.
Tüm bu yanlış tavırlar, Allah'a iman ettiğini söyleyen ama kalben bu inancı yaşamayan insanların samimiyetsizliğini ortaya koyar. Salih müminler ise en çok Allah'ı sever, sözleriyle en çok O'nu yüceltir ve O'nu herşeyin üstünde tutarlar. Allah'a veya dine isyan eden üslupla konuşan bir kimsenin sohbetine asla katılmazlar. Eğer ona doğruyu anlatabiliyorlarsa anlatırlar; eğer bu kimse anlatılanlardan öğüt almamaya kararlıysa, bu durumda onun inkar dolu sözlerini dinlemezler.
Bir filmde ya da bir şarkıda bile olsa, Allah'ın hükümlerine açıkça karşı gelen bir sözün yer aldığı bölümleri dinlemez ya da izlemezler. Şartlar ne olursa olsun Allah'ın razı olmayacağı bir söz söylenmesini kabul etmezler. Böyle bir mecliste yer almazlar. Çünkü Allah Kuran'da bu konuda Müslümanları şöyle uyarmaktadır:
O, size Kitap'ta: "Allah'ın ayetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğinizde, onlar bir başka söze dalıp geçinceye kadar, onlarla oturmayın, yoksa siz de onlar gibi olursunuz" diye indirdi. Doğrusu Allah, münafıkların ve kafirlerin tümünü cehennemde toplayacak olandır. (Nisa Suresi, 140)
Bu şuurla hareket eden Müslümanlar hayatlarının sonuna kadar her an her yerde İslam ahlakını sahiplenir, savunur ve desteklerler. Allah'a olan sadakatlerini ve O'nu herşeyin üzerinde tuttuklarını her sözleriyle, her tavırlarıyla ortaya koyarlar.

Allah'a karşı aczini bilen bir üslupla konuşmak

Allah Kuran'da, "Yaratan Rabbin adıyla oku. O, insanı bir alaktan yarattı. Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir; Ki O, kalemle (yazmayı) öğretendir. İnsana bilmediğini öğretti. Hayır; gerçekten insan, azar. Kendini müstağni gördüğünden. Şüphesiz, dönüş yalnızca Rabbinedir." (Alak Suresi, 1-8) sözleriyle insanın, aciz bir varlık olmasına rağmen bu durumunu unutarak Kendisi'ne karşı büyüklenebildiğini bildirmektedir. Gerçekten de insanların bir kısmı nasıl yaratıldıklarını ve sahip oldukları özellikleri nasıl kazandıklarını düşünmeden Allah'a karşı nankörce bir tavır içerisine girebilmektedirler.
Oysa istisnasız her insan yaşadığı her an Allah'ın kendisini korumasına ve esirgemesine muhtaçtır. Görmek, duymak, konuşmak, yürümek, hareket edebilmek gibi yüzlerce yeteneğin yanında insanın vücudunda çoğu zaman kendisinin dahi habersiz olduğu çok sayıda sistem her an işlemekte ve insan ancak bu şekilde hayatta kalabilmektedir. Bu şekilde birkaç dakika düşünmek bile Allah'ın karşısında ne kadar aciz olduğumuzu anlamak için yeterlidir.
Bütün bu gerçeklere rağmen kimi insanlar ancak bir sıkıntı ya da zorlukla karşılaştıklarında Allah'ı hatırlamaktadırlar. Sözgelimi karşı sahile geçeceğinden emin olarak gemide oturan bir insan, bir anda çıkan şiddetli bir rüzgarla gemi sallanmaya başlayınca hemen paniğe kapılır. Aynı şekilde bir uçağın hava boşluğuna girmesi sonucunda hissedilen sarsıntı veya en küçük bir teknik arıza, uçaktaki insanların büyük bir korku duymalarına neden olabilir. Bu gibi durumlarla karşılaşan insanlar Allah'ın kudreti karşısındaki acizliklerini ve ancak Allah dilerse içinde bulundukları zor durumdan kurtulabileceklerini anlayıp için için Allah'a yalvarmaya, dua etmeye başlarlar. Kısa bir süre önce hava alanındayken çevresindeki insanları kibirle küçümseyen bir insan bile, böyle bir tehlike ile karşı karşıya kaldığında aslında ne kadar aciz olduğunu; sahip olduğu herşeyi, Allah'ın dilemesiyle bir anda kaybedebileceğini hemen anlar.
Kuran'da insanların bu tür zorluk anlarında hiçbir şeyi ortak koşmadan, tam bir acz içinde Allah'a yöneldikleri; fakat zorluk ve sıkıntı üzerlerinden kalktığında tekrar önceki gibi büyüklenerek, nankörce eski tavırlarına geri döndükleri bildirilmektedir:
Size denizde bir sıkıntı (tehlike) dokunduğu zaman, O'nun dışında taptıklarınız kaybolur-gider; fakat karaya (çıkarıp) sizi kurtarınca (yine) sırt çevirirsiniz. İnsan pek nankördür. Kara tarafında sizi yerin dibine geçirmeyeceğinden veya üzerinize taş yığınları yüklü bir kasırga göndermeyeceğinden emin misiniz? Sonra kendinize bir vekil bulamazsınız. Veya sizi bir kere daha ona (denize) gönderip üzerinize kırıp geçiren bir fırtına salarak nankörlük etmeniz nedeniyle sizi batırmasına karşı emin misiniz? Sonra onun öcünü Bize karşı alacak (kimseyi de) bulamazsınız. (İsra Suresi, 67-69)
Allah'ın ayetlerde belirttiği gibi, insan kendi başına hiçbir şekilde bir güç sahibi değildir. Allah bu gerçeği başka ayetlerinde insanlara şöyle hatırlatmaktadır:
Yeryüzünde böbürlenerek yürüme; çünkü sen ne yeri yarabilirsin, ne dağlara boyca ulaşabilirsin. Bütün bunlar, kötülüğü olan, Rabbinin Katında da hoş olmayanlardır." (İsra Suresi, 37-38)
Müslüman, her an her yerde bu aczinin farkında olan insandır. Buna kesin olarak iman ettiği konuşmalarından anlaşılır. Dünyanın en güzel insanı bile olsa, Allah'ın büyüklüğünü kavramış bir kimse hiçbir zaman için bu güzelliği kendinden bilmez. Bunun Allah'ın üstün sanatının bir yansıması olduğunu ve Allah'ın dilediği anda bu güzelliği kendisinden alabileceğini bilerek konuşur. "Bu benim bedenime ait bir güzellik, ben kendime iyi baktığım sürece bana hiçbir şey olmaz" diyerek bu nimeti sahiplenemeyeceğini bilir.
Gözle görülmeyen tek bir virüs ya da mikrobun veya başına gelecek basit bir kazanın güzelliğini yok edebileceğini ve tüm bunların da Allah'ın kontrolünde olduğunu bilir. Bu yüzden daima Allah'a şükreden, O'nu yücelten bir üslup kullanır. Kendisine güzelliğini veya bir konudaki bilgisini hatırlatanlara Allah'ın benzersiz güzelliğini, sonsuz kudretini, ilmini ve ihtişamlı sanatını anarak cevap verir. Allah dilediği için güzel olabildiğini ve kendisinde olanın Allah'ın sonsuz güzelliğinin veya ilminin sadece küçük bir yansıması olduğunu vurgulayarak Allah'ı tesbih edip yüceltir.
Müminlerin Allah'ın karşındaki acizliklerini bilmeleri bütün tavırlarına yansır. Güç sahibi bir mümin, güçsüz olduğunu gördüğü bir insana karşı asla ezici ya da minnet altında bırakıcı bir üslup kullanmaz. Veya güzelliğine dayanarak çirkin bir insanı ezip rencide edici bir tarzda konuşmaz. Aynı şekilde zengin olduğu için fakirleri hor gören, söz sahibi olduğu için muhtaç insanlara (düşkün konumdaki insanlara) değer vermeyen, zeki ve akıllı olduğu için zekaca geri olan insanları küçümseyen insanların üslubunu kullanmaz. Allah'ın dünyadaki imtihanın bir gereği olarak her insan için ayrı bir kader belirlediğini, Allah Katında asıl üstünlüğün ise iman ve takvayla ölçüldüğünü bilerek hareket eder. Bu nedenle de çevresindeki büyük küçük, güçlü zayıf herkese karşı -Kuran ahlakının gereği olarak- son derece saygılı ve hürmetkar bir üslup kullanır. Aksi bir tavrın insanlara değil Allah'a karşı büyüklenmek anlamına geleceğini bilerek Allah'tan korkup sakınır. Kuran'da müminlerin bu vasıfları şöyle bildirilir:
... Anne-babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa ve sağ ellerinizin malik olduklarına güzellikle davranın. Çünkü, Allah, her büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez. (Nisa Suresi, 36)

İşlerin Allah'ın dilemesi ile olacağını bilerek
konuşmak

Müminlerin konuşma üslubunda dikkat çeken bir başka özellik de yapacakları bir işten bahsederken 'Allah dilerse' ya da 'İnşaAllah' diyerek konuşmalarıdır. Bir işi yapmaya karar verdiklerinde bu yönde gerekli olan tüm tedbirleri alırlar. Ama bu olayın ancak Allah'ın dilemesiyle gerçekleşebileceğini de unutmazlar. İnsan bir şeyi ne kadar çok yapmak istese de, bunun için gereken herşeyi yapsa da Allah dilemedikçe o olay gerçekleşmez. Allah Kuran'da müminlere bu konuyu şöyle hatırlatır:
Hiçbir şey hakkında: "Ben bunu yarın mutlaka yapacağım" deme. Ancak: "Allah dilerse" (inşaAllah yapacağım de). Unuttuğun zaman Rabbini zikret ve de ki: "Umulur ki, Rabbim beni bundan daha yakın bir başarıya yöneltip-iletir." (Kehf Suresi, 23-24)
Allah, bu hatırlatmanın önemini anlaması için günlük hayatta insanın karşısına pek çok örnek çıkartır. Sözgelimi aylarca önceden planlanan, her türlü rezervasyonu ve ödemesi yapılan bir tatil programına kesin olarak gerçekleşecek gözüyle bakılabilir. Ne de olsa teknik anlamda her türlü tedbir alınmıştır. Görünürde de programın iptali için hiçbir neden yoktur. Gece uçağın kalkış saatine göre yatılır, trafik hesaba katılarak evden erkenden çıkılır, uçak biletlerinin alınıp alınmadığı defalarca kontrol edilir; ama Allah dilemediyse uçağa ulaşmak nasip olmayacaktır. Belki son anda ortaya çıkan bir hastalık, belki bir trafik kazası, belki uçağın bir sebeple rötar yapması, belki de bir anda tatilden daha acil bir iş çıkması bu planın gerçekleşmesini engelleyebilir.
Kişi, işe başlarken 'Allah dilerse bunu yapacağım' diyerek Allah'a tevekkül etmemişse, aksilik gibi görünen bir durum ile karşılaştığında ciddi şekilde hayal kırıklığına uğrar. Her işin ancak Allah'ın izniyle gerçekleşebileceğinden gafil olduğu için, tatil yapacağını hesapladığı günler boyunca dertlenir, söylenir, gidemediği için yakınıp durur. Oraya gitmiş olsa belki bir kaza geçirme ya da istenmeyen bir olayla karşılaşma ihtimali olabileceğini dolayısıyla planlarının gerçekleşmemesinin pek çok hayra vesile olmuş olabileceğini hiç hesaba katmaz. Bu yanlış inancı da ona hem dünyada hem de ahirette sıkıntıdan başka bir şey kazandırmaz.
Oysa Müslümanlar Allah'ın herşeyi hayır ve hikmetle yarattığını bilirler. Dolayısıyla eğer bu örneği yaşayan kişi müminse ve 'Allah dilerse tatile giderim' diye niyet etmişse, programı iptal olduğunda hiçbir şekilde bir üzüntüye kapılmaz. Kendisi için asıl güzel ve hayırlı olanın Allah'ın takdirinde saklı olduğunu bilmenin huzurunu ve rahatlığını yaşar.
"Kim bilir bunda benim için ne gibi hayırlar var" diyerek hem kendi namına hikmetleri görmeye çalışır, hem de çevresindekilere gerçek mümin ahlakının düşünce ve konuşma biçimini gösterir. Allah'a teslim olduğu ve şükredici bir tavır gösterdiği için dünyada da ahirette de bu ahlakının karşılığını alacağını ummanın sevincini yaşar.

Konuşmalarda Kuran'ı rehber edinmek

Allah bir ayetinde "... Bu bir Kitap'tır ki, Rabbinin izniyle insanları karanlıklardan nura, O güçlü ve övgüye layık olanın yoluna çıkarman için sana indirdik." (İbrahim Suresi, 1) sözleriyle Kuran'ın indiriliş hikmetlerinden birinin "insanları nura çıkarmak" olduğunu açıklamaktadır.
Kuran, indirildiği günden bu yana Allah'ın koruması altındadır ve hiçbir bozulmaya uğramamıştır. İnsanlara bir öğüt ve uyarı olarak indirilmiştir; iman edenler için şifa, hidayet ve rahmet kaynağıdır. Sözlerin en güzelidir, doğruyu yanlıştan ayırır ve kendisiyle amel edenleri doğruya eriştirir.
Kuran'ın bu hikmetini kavrayan bir insan onu (bu İlahi Kitab'ı) kendisine rehber edinir. Kuran ayetlerini kalben özümsediği için, tüm konuşmaları Kuran ahlakını yansıtır nitelikte olur. Hayatının her aşamasında bir söz söylerken, bir karar alırken, bir yorumda bulunurken rehberi hep Kuran'dır. Bu nedenle de her sözü, her kararı, her tavsiyesi Kuran ayetleriyle mutabıktır. Çünkü Kuran, Allah sözüdür ve insanlara her konunun en doğrusunu Allah Katından bildirmektedir. Kendisine Kuran'ı ölçü alarak konuşan bir insan, her konuşmasında mutlaka üstün ve galip gelir. Çünkü Kuran ayetleri her türlü cahilce mantığı çürütüp, yok eder, hakkı ortaya çıkarır. Allah bu durumu bir ayetinde "Hayır, Biz hakkı batılın üstüne fırlatırız, o da onun beynini darmadağın eder. Bir de bakarsın ki, o, yok olup gitmiştir..." (Enbiya Suresi, 18) sözleriyle açıklamaktadır.
Kuran ahlakına uygun konuşan bir kimsenin sözleri samimi insanlar için şifa ve rahmettir. Öğüt alma, faydalanma ya da hikmetlerini anlama niyetiyle dinleyen insanlar, bu konuşmalar sayesinde -Allah'ın izniyle- doğru yolu bulurlar.
Ayrıca Kuran'ın rehberliğinde konuşan bir kimsenin her konuşması hikmetli olur. Verdiği her örnek, dikkat çektiği her nokta, vurguladığı her detay son derece etkili ve düşündürücüdür. Karşı tarafı dürüst ve samimi düşünmeye, vicdanını kullanmaya teşvik eder. Samimi, içten gelen ve hakkı savunan bir üslup kullandığı için etkileme gücü de son derece yüksektir. Dinlediklerini vicdanlarıyla değerlendiren insanlar böyle konuşmaların doğruluğunu da kesin olarak tasdik ederler.
Samimiyetsizce ve karşı gelme niyetiyle dinleyen kimseler ise iman edenlerin konuşmalarındaki hikmeti ve etkileyiciliği görmek istemez ve bunları çeşitli iftiralarla örtmeye çalışırlar. Kişinin konuşmalarına bu üstünlüğü kazandıranın Kuran ayetlerindeki hikmet olduğunu kavrayamadıkları için altında mutlaka bir olağanüstülük aramaya kalkarlar. Oysa bunlar Kuran'a uyan ve onu kendisine rehber edinen her insanın kolaylıkla kazanabileceği imani özelliklerdir. Ancak iman etmeyenler bu durumu anlayamazlar.
Bu duruma Kuran'da da pek çok örnek verilmiştir. Örneğin Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)'in etkili ve hikmetli konuşmaları karşısında inkar edenler ve müşrikler büyük bir şaşkınlığa kapılmışlardır. Geniş kitlelerin, kısa süre içerisinde Peygamber Efendimizin konuşmalarından etkilenip ona tabi olmuş olmaları bu insanları büyük hayrete düşürmüştür. Hz. Muhammed (sav) konuşmalarını etkili ve hikmetli kılanın Kuran ayetleri olduğunu kavrayamadıkları ya da belki de bu durumu kabullenemedikleri için Peygamberimiz (sav)'i büyücülük, şairlik gibi olmadık iftiralarla itham etmeye kalkışmışlardır. Oysa tüm insanlara olduğu gibi peygamberlere de nutku verip konuşturan Allah'tır. Allah ayetlerinde şöyle buyurmuştur:
Sahibiniz (arkadaşınız olan peygamber) sapmadı ve azmadı. O, hevadan (kendi istek, düşünce ve tutkularına göre) konuşmaz. O (söyledikleri), yalnızca vahyolunmakta olan bir vahiydir. (Necm Suresi, 2-4)
Ayetlerde de görüldüğü gibi Peygamberimiz (sav), Allah'ın sözü olan Kuran ile konuştuğu için tüm sözleri son derece etkili ve hikmetli olmuştur. O'nun sözlerini dinleyerek iman eden insanların kalplerine imanı ve etkilenme gücünü veren Allah'tır. Allah'ın büyüklüğünü takdir edemeyen insanlar ise etkiyi ve hikmeti başka yerlerde aramakla büyük bir gaflete düşmüşlerdir.

Kaderin mükemmelliğini ve herşeyde hayır
olduğunu bilerek konuşmak

Allah her varlığa bir kader takdir etmiştir. Bir insanın hayatı boyunca yaşayacağı her olay, göreceği her insan, çalışacağı her iş, hatta söyleyeceği her söz Allah Katında, daha o insan doğmadan önce belirlenmiştir. Ayrıca Allah zamandan münezzeh olduğu için, canlı cansız tüm varlıkların hayatı Allah Katında yaşanmış ve sonuçlanmıştır. Ancak zamana bağımlı olan insan, olup bitmiş bu olayları zaman geçtikçe (bir takvim içinde) görebilmektedir. Bugün 40 yaşında olan bir insanın geçmiş 40 yılı nasıl yaşanmış ve bitmişse, -bu kişinin 70 yaşına kadar yaşayacağını farz edersek- önündeki 30 yılı da gerçekte Allah Katında tek bir an içinde yaşanmıştır. Ama insan, bu yaşanmış ve sonuçlanmış olayları ancak önündeki 30 yıllık zaman dilimi içinde görebilecektir.
Kısacası, "gelecek" diye tarif ettiğimiz ve henüz gerçekleşmemiş olaylar silsilesi, aslında Allah'ın ezeli ve ebedi ilminde başlamış ve bitmiştir. Allah Katında yaşanmış ve bitmiş olan bu olayların tamamı ise o insanın kaderini oluşturur. Her insanın bir kaderi vardır ve bu kaderinin dışına asla çıkamaz. İnsan geçmişini nasıl değiştiremiyorsa geleceğini de değiştiremez. Çünkü her ikisi de Allah'ın Katında yaşanmış, görülmüş, şahit olunmuş olaylardır. Ancak kimi insanlar, geleceğe ait bilgilere sahip olmadıkları için geleceklerinin kendi ellerinde olduğunu zannederler. Bu sebeple de kadere inanmaz veya kaderlerini değiştirebilecekleri gibi bir yanılgıya düşerler. Oysa insanın tüm hayatı çekilmiş ve bitmiş bir film kaseti gibidir. İnsan kaseti seyrettikçe olanları görür; filmin sahnelerini değiştirme veya filme müdahalede bulunma imkanı yoktur aynı şekilde kader dahilinde gerçekleşen olaylara bir müdahalesi de söz konusu değildir.
Allah'ın her insanı bir kader ile yarattığı ve insanların kaderleri dışındaki bir olayla asla karşılaşmayacakları Kuran'da şöyle bildirilmektedir:
"Hiç şüphesiz, Biz herşeyi kader ile yarattık." (Kamer Suresi, 49)
Yeryüzünde olan ve sizin nefislerinizde meydana gelen herhangi bir musibet yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (yazılı) olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre pek kolaydır. Öyle ki, elinizden çıkana karşı üzüntü duymayasınız ve size (Allah'ın) verdikleri dolayısıyla sevinip-şımarmayasınız. Allah, büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez. (Hadid Suresi, 22-23)
Ayetlerde bildirildiği gibi, sadece insanlar değil, tüm eşyalar ve tüm canlılar, yani herşey bir kader ile yaratılmıştır. Evinizdeki ahşap masanızdan ayağınızdaki ayakkabıya, bahçenizdeki gül fidanından dolabınızdaki giysilere, dostlarınızdan kedinize kadar her varlığın Allah Katında belirlenmiş bir kaderi vardır. Daha ne siz ne de size ait şeyler yaratılmadan önce, masanın da, ayakkabının da, gül fidanının da, dostlarınızın da gelecekte hangi safhalardan geçecekleri, nelerle karşılaşacakları bellidir. Sözgelimi ahşap masanızın yapıldığı ağacın tohumunu kimin ekeceği, o ağacın kaç sene içerisinde ve hangi şartlar altında gelişip büyüyeceği, neden, nasıl ve kim tarafından kesilip hangi ahşap fabrikasına götürüleceği, hangi ölçülerde kesilip, bu ağaçtan hangi kalitede ve hangi şekilde bir masa üretileceği, sizin bu masayı satın almaya nasıl karar vereceğiniz, onu nerede bulacağınız, ne kadar zaman evinizde tutacağınız, evinizin hangi köşesine koyacağınız, üzerinde an an hangi yemekleri yiyip, kimlerle neler konuşup, hangi yazıları yazacağınız Allah Katında ezelden beri bilinmektedir. Çünkü tüm bunları daha siz doğmadan önce belirleyen ve tek bir an içinde yaratarak bilen Allah'tır. Siz ise bunları ancak yaşadıkça, seneler geçtikçe ve sırası geldikçe öğrenebilirsiniz.
Eğer bir insan kader gerçeğinden haberdar değilse veya bu gerçeği tam olarak kavrayamamışsa, önceden belirlenmiş olan bir kaderi yaşadığını düşünmeden hareket edebilir, olayların akışına kendini kaptırabilir. Örneğin evi için bir yemek masası satın almaya gittiğinde onlarca mağaza dolaşır, her mağazada defalarca fikir değiştirir, düşünür, yanındakiyle fikir alışverişinde bulunur, tartışır. Sonuçta, kendi seçimiyle bir masada karar kıldığını zanneder. Oysa, o insan daha alışverişe çıkmadan önce, hangi masayı alacağı kaderinde bellidir; dolayısıyla kaderinde belli olan masayı arar, bulur ve satın alır. Aradaki fikir alışverişlerini, tartışmaları, konuşmaları ve kararsızlıkları da yine o insanın kaderinde Allah önceden belirlemiştir.
Dolayısıyla bir insanın, başına gelen herhangi bir olaydan dolayı sıkıntı, pişmanlık, üzüntü veya korku duyması, "keşke şöyle yapsaydım" "keşke oraya gitmeseydim" gibi sözler sarf etmesi, geleceği için endişe duyması son derece yersizdir. Çünkü bu insan zaten yaşanmış bitmiş bir hayatı izlemektedir ve o pişmanlık ve üzüntü duyduğu olayların tümü onun kaderindedir. Örneğin, eline çok fazla tabak alarak bunları taşırken hepsini düşüren bir insan "keşke hepsini elime almasaydım, o zaman bunlar olmayacaktı" diyerek üzüntü duyabilir. Oysa onun bilmediği veya unuttuğu gerçek şudur: O an, o dakika, o tabakların her birinin nerede ve nasıl kırılacağı daha o tabaklar imal edilmeden, hatta onları kıracak olan insan daha yaratılmadan önce bellidir. İnsan başına gelen bu tür olaylardan dolayı ancak ders almalı, bunlar üzerinde düşünerek, hikmetlerini anlamaya çalışmalıdır. Ancak bu gibi olaylarda üzüntü duyması son derece yersizdir, çünkü başına gelecekleri engellemeye gücü yoktur. Bir ayette hiçbir insanın Allah'ın dilediklerini engelleme gücünün olmadığı şöyle bildirilmektedir:
Allah sana bir zarar dokunduracak olsa, O'ndan başka bunu senden kaldıracak yoktur. Ve eğer sana bir hayır isterse, O'nun bol fazlını geri çevirecek de yoktur. Kullarından dilediğine bundan isabet ettirir. O, bağışlayandır, esirgeyendir. (Yunus Suresi, 107)
Kadere teslim olan insan, Allah'ın yarattığı herşeyde -ilk bakışta aleyhinde bile gözükse-, hayır ve güzellik olduğunu bilir. Allah'ın bu olayda yarattığı hayırları ve hikmetleri görüp şükreder. İlk anda bunları kavrayamıyorsa bile mutlaka Allah'a tevekkül eder; bu hayır ve hikmetleri kendisine göstermesi için Allah'a dua eder. Eğer yine de hayırları göremezse, bunları ahirette görüp anlamayı umar. Allah'ın sonsuz adalet sahibi, şefkatli ve merhametli olduğuna kesin olarak inanmanın huzurunu ve rahatlığını yaşar.
Böyle bir insanın konuşmalarından teslimiyeti ve tevekkülü açıkça anlaşılır. Bir an bile olsa yaşadığı olaylar hakkında 'neden ya da niçin böyle oldu?' gibi bir söz sarf etmez. Allah'ın inananlar için herşeyi en güzel ve en kusursuz şekilde yarattığını, olumsuz gibi görünen bir olayın aslında kişiye pek çok yönden hayır getirebileceğini bilerek konuşur.
Allah, Kuran'da "... Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz." (Bakara Suresi, 216) ayetiyle bu durumu insanlara hatırlatmaktadır. Dolayısıyla, aksilik gibi görünen bir olayla karşılaşıldığında samimi bir Müslüman, Allah'ın herşeyi hayır ile yarattığını ve herşeyin hayırlara vesile olacağını düşünür. Konuşmalarına da bu düşüncesi hakimdir. Hiçbir zaman cahil insanların "Eyvah, keşke, maalesef, nasıl yaptım böyle bir şeyi?" gibi şikayet eden, tevekkülsüz ve umutsuz üslubunu andıracak ifadeler kullanmaz.
Kaderi ve iman edenler için herşeyin hayır olarak yaratıldığını bilen bir üslup Müslümanın tüm hayatına hakimdir. Hiçbir şeyi, hiç kimseyi ve hiçbir olayı bu inancının dışında tutmaz. Olumlu gelişmelerin kaderde olduğunu düşünüp, aksilik gibi görünen olaylarda kaderi unutmuş konuşmalar yapmanın gafil bir üslup olduğunu bilir. Hatayı yapan kendisi de olsa, başkası da olsa 'niye yaptın', 'oraya gitmeseydin bunlar olmazdı' gibi sözler söylemez. Tam tersine Kuran'da,"… Size isabet eden Allah'ın izni ile idi…" (Al-i İmran Suresi, 166) ayetiyle haber verilen gerçeği anlamış bir insanın üslubuyla konuşur. Baştan tedbirini alamamasının da, oluşan hatanın meydana gelmesinin de hep kişinin kaderinde olduğunu bilir.
Kader mutlaka olması gerektiği gibi yani Allah'ın dilediği şekilde gelişir. Bu nedenle "şöyle olsaydı böyle olurdu" gibi yanlış mantıklar öne sürerek hüzne ya da pişmanlığa kapılmak yersizdir. Yaşanan neyse en hayırlısı odur. Bu nedenle Müslümanca konuşan bir insanın üslubunda hiçbir zaman kızgınlık, öfke, gerilim, şikayet, ağlamaklı bir ses, panik, korku ya da sıkıntı olmaz.
İman eden bir insan en zorlu ve sıkıntılı gibi görünen olaylarda dahi, hemen o olayın güzel yönlerini, hayırlara vesile olabilecek muhtemel sonuçlarını keşfetmeye çalışır ve bunu samimi bir üslupla dile getirir. Bu Müslümanca tavır kişinin çevresindekileri de etkileyerek panik ve endişe havasını dağıtır.
Allah Kuran'da müminlere, "De ki: "Allah'ın bizim için yazdıkları dışında, bize kesinlikle hiçbir şey isabet etmez. O bizim Mevlamızdır. Ve müminler yalnızca Allah'a tevekkül etmelidirler." (Tevbe Suresi, 51) ayetiyle zorluklar karşısında nasıl bir üslupları olması gerektiğini bildirmektedir. Yine bir başka ayette ise "Onlara bir musibet isabet ettiğinde, derler ki: "Biz Allah'a ait (kullar)ız ve şüphesiz O'na dönücüleriz." (Bakara Suresi, 156) buyrularak, müminlerin kaderin ve her olayın hayırla yaratıldığının şuurunda olan, teslimiyetli bir üslup kullandıklarına dikkat çekilmektedir. Allah'ın bu gerçeği kavrayan kimselere vereceği karşılık ise ayette "Rablerinden bağışlanma (salat) ve rahmet bunların üzerinedir ve hidayete erenler de bunlardır." (Bakara Suresi, 157) şeklinde ifade edilir.
Burada şunu da hatırlatmak gerekir ki, iman eden bir insanın kaderi ve herşeyde hayır olduğunu hatırlatırken kullandığı üslup, Kuran ahlakından uzak olan insanların kullandığı "tesellici", "ortalık yatıştıran" veya "ezbere yapılan" konuşmalardan çok farklıdır. Benzer olaylarla karşılaştıklarında Kuran ahlakını benimsememiş kimi insanlar da "vardır bir hayır" gibi sözler sarf edebilirler. Ancak arada kesin bir farklılık vardır: Müslüman bu sözü kalpten gelen, samimi, candan ve kararlı bir üslupla söyler. Cahiliye ahlakındaki bir insan ise, diliyle bu gerçeği her ne kadar dile getirse de, kalben buna bir türlü kanaat getiremediğini tavırlarındaki tevekkülsüzlükle ortaya koyar.

Allah'a güvenip dayanarak konuşmak

Cahiliye inançlarını taşıyan insanlar başları sıkıştığında, yardıma ihtiyaç duyduklarında ya da bir şeyi elde etmek istediklerinde çözümü dünya hayatında güç sahibi olduğunu düşündükleri odaklarda ararlar. Kimileri nüfuz sahibi eş-dostlarından, kimileri mal, itibar ya da söz sahibi insanlardan medet umarlar. Bütün bu insanların Allah'ın kontrolüyle hareket eden aciz varlıklar olduklarını unuturlar. Bu nedenle onların gözlerine girmeye çalışırlar.
Oysa bir insana yarardan ya da zarardan yana bir şey isabet edecek ise, bunu gerçekleştirebilecek tek güç Allah'tır. Müslümanlar bu gerçeğin farkındadırlar. Bu nedenle her zaman yardımı ve desteği Allah'tan bekleyen ve yalnızca O'nun rızasını kazanmaya çalışan bir üslup kullanırlar. İhtiyaç, zorluk ya da sıkıntı içinde de olsalar tüm bunları giderecek ve kendilerine yardım ulaştıracak olanın sadece Allah olduğunu bilirler.
Nitekim Kuran'da müminlerin bir sıkıntı ya da zorlukla karşılaştıklarında, "Eğer Allah size yardım ederse, artık sizi yenilgiye uğratacak yoktur ve eğer sizi 'yapayalnız ve yardımsız' bırakacak olursa, ondan sonra size yardım edecek kimdir? Öyleyse müminler, yalnızca Allah'a tevekkül etsinler." (Al-i İmran Suresi, 160) diyerek birbirlerine sadece Allah'a yönelip O'na tevekkül etmeyi hatırlatan konuşmalar yaptıklarından bahsedilmektedir.
Bunun yanında müminler "… Allah Kendi (dini)ne yardım edenlere kesin olarak yardım eder…" (Hac Suresi, 40) ayetinin hükmü gereği Allah'ın her zaman için müminlerin yanında olduğunu, Allah'ın izni olmaksızın hiç kimsenin ve hiçbir şeyin kendilerine zarar veremeyeceğini bilerek konuşurlar. En zor, en kritik ve en hayati risk taşıyan anlarda bile, mutlaka bu yaşadıklarında bir hayır olduğunu düşünür ve "… Ben O'na tevekkül ettim. Tevekkül edenler de yalnızca O'na tevekkül etmelidirler." (Yusuf Suresi, 67) ayetiyle bildirildiği gibi, çevrelerindekilere de bu gerçeği hatırlatırlar.
Hiçbir zaman için korku, panik ya da ümitsizliğe kapılmış bir insanın üslubunu kullanmazlar; sakin ve itidalli bir üslup içerisinde olurlar. Allah'tan ümit kesmenin, imanı kavramamış insanlara has bir özellik olduğunu bilirler. Her olayın Allah'ın dilemesiyle ve Allah'ın belirlediği hikmetler doğrultusunda gerçekleşeceğini bildikleri için zorluklar karşısında endişeye ve korkuya kapılmazlar. Samimi oldukları sürece, Allah'ın kendilerini en hayırlı ve en güzel olana ileteceğinin şuurunda bir üslupla konuşurlar.
Nitekim Kuran'ın "Ey iman edenler, Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın; hani bir topluluk, size ellerini uzatmaya yeltenmişti de, (Allah,) onların ellerini sizlerden geri püskürtmüştü. Allah'tan korkup-sakının. Müminler yalnızca Allah'a tevekkül etmelidirler." (Maide Suresi, 11) ayetiyle, müminlerin birbirlerine Allah'ın yardımını hatırlattıkları bildirilmektedir.
Müminlerin bu tevekküllü üsluplarına Kuran'da pek çok örnek verilmiştir. Örneğin İsrailoğulları ile birlikte deniz ile Firavun'un ordusu arasında kaldıkları sırada Hz. Musa bu tevekküllü tavrını ortaya koymuştur. İman etmeyen kimselerin ümitsizliğe ve korkuya kapılarak "Gerçekten yakalandık" dedikleri bir anda, Hz. Musa'nın sözü "Asla, Rabbim bizimledir" şeklinde olmuştur. Kuran'da Musa Peygamberin bu tevekküllü üslubu şöyle haber verilmektedir:
Böylece (Firavun ve ordusu) Güneş'in doğuş vakti onları izlemeye koyuldular. İki topluluk birbirini gördükleri zaman Musa'nın adamları: "Gerçekten yakalandık" dediler. (Musa:) "Hayır" dedi. "Şüphesiz Rabbim, benimle beraberdir; bana yol gösterecektir." (Şuara Suresi, 60-62)
Hz. Musa bu zor durum karşısında yalnızca Allah'a güvenip dayanmış ve tevekküllü üslubuyla çevresindeki insanları da bu ahlaka davet etmiştir. Allah, Hz. Musa'ya asasıyla denize vurmasını vahyetmiş ve bunun üzerine deniz ikiye ayrılarak İsrailoğullarının geçebileceği bir yola dönüşmüştür. Firavun ve ordusu ise denizde boğularak can vermiştir. Bu olay, yalnızca Allah'ı vekil edinerek, dayanıp güvenenlere Rabbimiz'in yardımının bir örneğidir.
Hz. Musa kıssasında olduğu gibi, müminlerin bütün konuşmalarından Allah'tan başka hiçbir şeyden korkmadıklarını ve yalnızca O'na güvendiklerini anlayabilmek mümkündür. Bir Kuran ayetinde müminlerin, "size karşı insanlar toplandılar, artık onlardan korkun" şeklinde bir tehdit altında kaldıklarında, "Allah bize yeter, O ne güzel vekildir" diyerek Allah'a olan güvenlerini ifade ettikleri haber verilir:
Onlar, kendilerine insanlar: "Size karşı insanlar topla(n)dılar, artık onlardan korkun" dedikleri halde imanları artanlar ve: "Allah bize yeter, O ne güzel vekildir" diyenlerdir. (Al-i İmran Suresi, 173)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder