18 Haziran 2012 Pazartesi

MÜSLÜMANCA KONUŞMANIN ÖZELLİKLERİ 3


Şevk ve heyecanı yüksek tutan bir üslupla konuşmak

Müminin üzerindeki sorumluluklardan biri de konuşmalarıyla tüm inananların şevkini, coşkusunu ve heyecanını sürekli ayakta tutmaktır. Samimi bir mümin kendi içinde bu coşku ve şevki her an yaşar ancak şeytanın, müminleri yılgınlığa düşürmeye, şevklerini ve azimlerini kırmaya çalışacağını da bilir. Bu nedenle şeytanın oyunlarına karşı birbirlerini destekler ve bu yönde birbirlerini teşvik ederek şeytanın kışkırtmalarını etkisiz hale getirirler.
Bunun yanı sıra, şeytanın herhangi bir kışkırtması olmasa bile, Müslümanlar hiçbir zaman yaşadıkları şevk ve heyecanı yeterli görmezler; bu heyecanı sürekli olarak daha da artırarak hem kendilerini hem de birbirlerini daha da güçlendirmeye gayret ederler. Kuran'da "müminleri hazırlayıp teşvik et" (Nisa Suresi, 84) sözleriyle hatırlatıldığı gibi, ahirette en güzel karşılığı alabilmek için ellerinden gelen çabanın en fazlasını göstermeye, birbirlerini şevkle ve coşkuyla Allah'ın rızasını kazanabilecekleri salih davranışlarda bulunmaya teşvik ederler. Allah bir başka ayetinde de "… Öyleyse hayırlarda yarışınız..." (Bakara Suresi, 148) sözleriyle müminlere bu amaç için hayırlı bir yarışa girmelerini bildirmiştir.
Dünya hayatında Allah'ın insanlar için takdir ettiği ömür süresi son derece kısadır. Dahası insan hangi gün hangi saat ölümle karşılaşacağını bilemez. Bu nedenle ağır davranması, Allah'ın rızasını kazanmak için göstereceği çabayı "nasıl olsa önümde uzun yıllar var" diyerek zamana yayması son derece yanlış olur. Tam tersine "belki de bir an sonra ölüm ile karşılaşabilirim" diyerek her an çok coşkulu, şevkli ve gayretli bir tavır içerisinde olmalıdır. Müminlerin bu konuda birbirlerine verecekleri destek de çok önemlidir. Kuran'da haber verilen, "Rabbinizden olan bir mağfirete ve cennete (kavuşmak için) 'çaba gösterip-yarışın,' ki (o cennet) genişliği gök ile yerin genişliği gibi olup Allah'a ve Resulüne iman edenler için hazırlanmıştır. İşte bu, Allah'ın fazlıdır ki, onu dilediğine verir. Allah büyük fazl sahibidir." (Hadid Suresi, 21) ayeti gereği, birbirlerine sürekli olarak ölümün, ahiretin ve hesap gününün yakınlığını, asıl makbul olanın "yarışıp öne geçenlerden" olmak olduğunu hatırlatırlar.
Kuran'ın "Şu halde boş kaldığın zaman, durmaksızın (dua ve ibadetle) yorulmaya-devam et." (İnşirah Suresi, 7) ayetiyle bildirildiği gibi, birbirlerini Allah'ın rızasını kazanabilecekleri hayırlı işlerde bulunmaya, işlerinden boşaldıklarında da yine hemen bir başka faydalı işe yönelmeye teşvik ederler. Her ne zorluk ya da sıkıntıyla karşılaşırlarsa karşılaşsınlar, Allah'ın her zaman için iman edenlerin yanında olduğunu ve onlara kesin olarak yardım edeceğini hatırlatırlar. En zor şartlarda bile şevklerini ayakta tutmaları gerektiğini; Allah için güzel bir sabırla sabretmenin, Kuran ahlakını şevk ve kararlılıkla yaşamanın ahirette çok üstün bir karşılığı olacağını anlatırlar.
Kuran'ın "Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer (gerçekten) iman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz." (Al-i İmran Suresi, 139) ayetini bilerek, imanlarının onlara her an doğru yolu göstereceğini ve başarıya ulaşacaklarını vurgularlar. Dünya hayatında Allah'ın rızasını kazanmak için şevkle, heyecanla çaba harcayanlara Allah'ın ahirette vadettiklerini hatırlatarak birbirlerini daha da şevklendirirler.

Sözün en güzelini söylemek

Kullarıma, sözün en güzel olanını söylemelerini söyle. Çünkü şeytan aralarını açıp bozmaktadır. Şüphesiz şeytan insanın açıkça bir düşmanıdır. (İsra Suresi, 53)
Allah Kuran'da insanlara birbirlerine sözün en güzelini söylemelerini bildirmiştir. İnsan düşünmeden, gelişigüzel bir şekilde de konuşabilir ya da sözü "en güzel şekliyle" söylemeye de gayret edebilir. Allah Katında makbul olduğu umulan ve kişiye Allah'ın rızasının kazandıracak olan bu ikincisi, yani insanın yapabileceğinin en fazlasını yaparak en vicdanlı şekilde konuşmasıdır.
Bu konuyu şöyle bir örnekle açıklayabiliriz: İnsan bir başkasının güzel bir davranışını görmezlikten gelerek bu konuda hiçbir şey söylemeyebilir; kaçamak ve ilgisiz bir üslupla yaptığının güzel bir tavır olduğunu söyleyebilir; ya da tam tersine ne kadar üstün bir ahlak gösterdiğini ve ne kadar örnek bir tavır sergilediğini tüm içtenliği ve samimiyetiyle karşı tarafa anlatabilir. Bu iki tavır arasındaki fark dışarıdan bakıldığında ilk anda dikkat çekmeyebilir. Ama aslında Allah Katında kişiye kazandıracakları bakımından son derece büyük farklılıklar içermektedir. Böyle bir durumda Müslümanca konuşmanın gereği, kişinin hiçbir şekilde gurur yapmadan, haset ya da kıskançlık duygularına kapılmadan karşı tarafın güzel yönlerini ön plana çıkarabilmesidir. Bir parça bile kibirlenip, konuyu geçiştirmeye çalışmak Kuran ahlakından uzak yaşayan insanların ahlakını yansıtan bir tavır olur. Müminler, konuşurken nefislerinin kendilerine fısıldayabileceği bu gibi sinsi oyunları fark eden ve her ne olursa olsun Allah'ın en beğeneceğini düşündükleri üslupla konuşan insanlardır.
Müslümanlar bir söz söylemeden önce mutlaka vicdanlarına danışır, daima sözün en güzelini söylemeye çalışırlar. Karşı tarafı huzursuz edecek, kalbine vesvese ya da sıkıntı verecek tek bir söz dahi söylememeye özen gösterirler. Tam tersine onların kalplerine huzur verecek, içlerini açacak, neşelendirecek, şevklendirip harekete geçirecek şekilde konuşmayı hedeflerler. Karşılarındaki insanları daha iyiye teşvik etmek, imani açıdan daha da güçlendirmelerini sağlamak, onları Allah'a daha da yakınlaştırmak amacıyla konuşurlar.

Nefis ve hevadan konuşmamak

Müminlerin konuşmalarına yansıyan bir başka güzel ahlak özelliği de 'nefisleri ve hevaları adına konuşmaktan titizlikle kaçınmaları'dır. İman edenler nefsin insanı daima Allah'ın razı olmayacağı davranışlara sürüklemeye çalıştığını bilirler. Bu nedenle nefislerinin kendilerine telkin ettiği şekilde değil, vicdanlarının ilham ettiği şekilde konuşurlar. Kuran'da müminlerin bu ahlakına Hz. Yusuf'un tavrı örnek verilmiştir. Kendisine iftira edildiği ve bundan dolayı yıllarca haksız yere zindanda kaldığı halde Yusuf Peygamber nefsin insanı daima kötülüğe çekeceğini söyleyerek nefsini savunmaktan kaçınmıştır:
(Yine de) Ben nefsimi temize çıkaramam. Çünkü gerçekten nefis, -Rabbim'in kendisini esirgediği dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir. Şüphesiz, benim Rabbim, bağışlayandır, esirgeyendir. (Yusuf Suresi, 53)
Hevadan konuşmak, insanın Allah'ın rızasını gözetmeden sırf kendi isteklerini, bencilce duygularını düşünerek yaptığı konuşmalardır. Cahiliye toplumlarında insanlar hiç düşünmeden konuşurlar; amaçları o anda içlerinden gelen duyguları doğrultusunda hareket etmektir. Örneğin hata yapan bir insana karşı hemen bir kızgınlığa kapılabilir ve bu kızgınlıkla konuştukları için de ters, öfkeli ve kırıcı bir üslup kullanırlar. Oysa ki böyle bir durumda Allah'ın razı olacağı umulan konuşma şeklinin yapılan hataya karşı şefkatle yaklaşıp karşı tarafa o hatayı açıklamaya ve düzeltebilmesi için de yol göstermeye yönelik olması gerekir. İşte böyle bir durumda müminler hemen vicdanlarına başvurur ve Kuran ahlakına en uygun olan söz ne ise onu söylerler

Ölçülü, nezaketli ve saygılı bir üslup kullanmak

Müminler yine güzel ahlaklarının bir gereği olarak konuşmalarında son derece 'ölçülü ve saygılı bir üslup kullanırlar'. Karşılarındaki kişinin yaşı, kültür düzeyi, zeka ya da akıl seviyesi, zengin ya da fakir olması onların bu üslubunu değiştirmez. Çünkü onlar Kuran ahlakını, Allah'ın rızasını kazanabilmek için yaşarlar. Karşılarındaki insanları müstakil birer varlık olarak düşünüp, her birine ayrı bir tavır ile yaklaşacak olurlarsa, Kuran ahlakını gereği gibi yaşayamamış olacaklarını bilirler. Bu nedenle karşılaştıkları her insanın, Allah'ın dünya hayatında kendileri için yarattığı imtihanın bir parçası olduğunu bilirler ve İslam ahlakını temsil etmenin şuuruyla hareket ederler. Her birinin sözüne en saygılı, en güzel şekilde karşılık vermeye çalışırlar; yoldan geçerken karşılarına çıkan bir simitçiye de, bakkalda çalışan çırağa da, işyerlerindeki çalışanlara da, eşlerine ve çocuklarına da hep aynı saygıyla yaklaşırlar. Kuran'da müminlerin bu ahlakı şöyle bir örnekle vurgulanmıştır:
Bir selamla selamlandığınızda, siz ondan daha güzeliyle selam verin ya da aynıyla karşılık verin. Şüphesiz, Allah herşeyin hesabını tam olarak yapandır. (Nisa Suresi, 86)
Bunun yanında kendilerine karşı ters ya da saygısız bir üslup kullanan insanlara da aynı ölçülü üsluplarıyla karşılık verirler. Allah Katında üstünlük kazandıracak olan davranışın, böyle bir anda da güzel ahlakı sürdürebilmek olduğunu bilerek konuşurlar. Allah bir ayetinde bu tavrın üstünlüğünü şu sözlerle açıklamıştır:
Mal ve çocuklar, dünya hayatının çekici-süsüdür; sürekli olan 'salih davranışlar' ise, Rabbinin Katında sevap bakımından daha hayırlıdır, umut etmek bakımından da daha hayırlıdır. (Kehf Suresi, 46)

Alçakgönüllü bir tarzda konuşmak

Müminlerin konuşmalarına alçakgönüllü bir üslup hakimdir. Kuran'da müminlerin bu ahlakına "O Rahman (olan Allah)ın kulları, yeryüzü üzerinde alçakgönüllü olarak yürürler ve cahiller kendileriyle muhatap oldukları zaman 'Selam' derler." (Furkan Suresi, 63) ayetiyle dikkat çekilir. İmanlı insanlar pek çok güzel özelliğe sahip olsalar da, tüm bunların Allah'ın kendilerine bir lütfu olduğunu ve dilediğinde geri alabileceğini bilmenin tevazusu içerisindedirler.
Allah bu konuyu müminlere "Yeryüzünde böbürlenerek yürüme; çünkü sen ne yeri yarabilirsin, ne dağlara boyca ulaşabilirsin." (İsra Suresi, 37) sözleriyle haber vermektedir. Gerçekten de insan Allah'ın sonsuz gücü yanında çok büyük bir acizlik içindedir. Allah'ın ilmi herşeyi kaplamıştır; herşeyin Yaratıcısı ve sahibi O'dur. Bu nedenle müminler, sahibi olmadıkları bir şeyin kibirine kapılmanın insanı Allah Katında ve ahiret gününde ne kadar küçük düşüreceğini bilerek hareket ederler. En mükemmel oldukları konularda bile kendi nefislerini kınayarak, eksikliklerini görerek ve acizliklerini bilerek konuşurlar.
Müslümanlar, karşılarındaki insanlar kendilerinin sahip oldukları özelliklerden yoksun olsalar da, hiçbir zaman onlara karşı kibirli ve böbürlenen bir üslup içerisine girmezler. Çünkü Allah, "İnsanlara yanağını çevirip (büyüklenme) ve böbürlenmiş olarak yeryüzünde yürüme. Çünkü Allah, büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez." (Lokman Suresi, 18) ayetiyle böbürlenen kimseleri sevmediğini bildirmektedir.
Müslümanlar bir konudan bahsederken kendilerini müstağni görerek yani konunun dışında tutarak konuşmazlar. "Hayır; gerçekten insan, azar. Kendini müstağni gördüğünden." (Alak Suresi, 6-7) ayetleriyle hatırlatıldığı gibi, insanın kendini beğenip kibirlenmesi durumunda, iyi olan özelliklerini de kaybedebileceklerini ve büyük hatalara düşebileceklerini bilerek hareket ederler. İyi bildikleri bir konuyu dile getirirken kibirlenip kendilerini ön plana çıkarmaya çalışmazlar. Aksine mutlaka nutku verip konuşturanın, herşeyin bilgisini en iyi bilenin yalnızca Allah olduğunun şuurunda bir üslup kullanırlar.
Allah bir ayetinde, "Allah'a ibadet edin ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anne-babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa ve sağ ellerinizin malik olduklarına güzellikle davranın. Çünkü, Allah, her büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez." (Nisa Suresi, 36) hükmüyle insanlara karşı böbürlenmemeyi ve güzellikle davranmayı hatırlatmıştır. Allah, anne babaya, yakın akrabaya, yakın ya da uzak komşuya, yetime, yoksula, ihtiyaç içinde olana tevazu göstermeyi emretmiştir. Yoksa insanın kendince makul gördüğü kimselere alçakgönüllü, küçümsediği insanlara karşı da kibirli bir tavır göstermesi Kuran ahlakına uygun değildir. İnsan bu ahlakı hayatının her anında göstermekle yükümlüdür. Mümin "nasıl olsa karşı taraf da kibirli" diyerek enaniyetli bir insana karşı böbürlenen bir üslup kullanmanın da doğru olmadığını bilir. Müslümanca konuşmak, her an her yerde söylenen her söze Allah'ın şahit olduğunu bilerek konuşmayı gerektirir ki, bu da ancak Kuran ahlakının yaşanmasıyla mümkündür.

Hoşgörülü ve bağışlayıcı bir üslup kullanmak

Allah bir ayetinde "Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden eziyet gelen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır, yumuşak davranandır." (Bakara Suresi, 263) hükmüyle müminlere, güzel sözlü, hoşgörülü ve bağışlayıcı bir üslubun makbul olduğunu bildirmektedir. Kuran'da bildirilen bu ahlakın yaşanması, samimi bir imanı ve Allah korkusunu gerektirir. Çünkü kimi insanların güzel ahlak göstermekte en zorlandıkları durumlardan biri, haklı oldukları halde karşılarındaki kişiyi bağışlamaktır.
Haksızlık yapan bir insanı affedebilmek, haklı olduğu halde alttan alıp yumuşak bir üslup kullanabilmek ancak Allah korkusunun kazandıracağı nefis ve vicdan terbiyesiyle mümkündür. Kuran ahlakının yaşanmadığı yerlerde, kimi insanlar ancak karşı taraftan ciddi bir menfaat bekledikleri zaman bir haklarından vazgeçebilir; ancak böyle bir amaç için sakin, itidalli ve hoşgörülü bir üslupla karşılarındakini bağışlayabilirler. Ancak yine de bu olayın dıştan görünen kısmıdır; içlerinde hoşgörü yerine kin ve öfke taşırlar. Menfaatlerini elde ettiklerinde, bir çıkar çatışması söz konusu olduğunda ya da artık tahammül sınırlarını aştıklarında bu kin ve öfkelerini açığa vururlar.
Bazı durumlarda da kişiler kırıcı, hoşgörüsüz ve öfkeli bir üslup kullanıp ardından "büyüklük bende kalsın" gibi sözlerle karşı tarafın kusurunu bağışladıklarını söylerler. Ama insanın önce nefsinin telkinlerine kapılıp öfkesini dile getirip ardından da karşı tarafı minnet altında bırakan bir üslupla affettiğini ifade etmesi, gerçek bir hoşgörü değildir. Önemli olan bunu güzel ahlak göstererek yapabilmektir. Peygamber Efendimiz bu konunun önemini müminlere, "Kavi adam insanları yenen değil, lakin öfke zamanı nefsini yenen kimsedir." (Ramuz El-Hadis, sf. 363/3) sözleriyle hatırlatmıştır.
Bu nedenle müminler en haklı oldukları durumlarda bile Kuran ahlakının gereği olarak alttan alır, hoşgörülü ve bağışlayıcı bir tavır gösterirler. Çünkü asıl makbul olanın insanın nefsiyle çatıştığı durumlarda güzelce sabır gösterebilmesi olduğunu bilirler. Allah'ın rızasını kazanmak için, güzel ahlakı zaman zaman değil, hayatlarının sonuna kadar her an kesintisiz bir şekilde yaşamak gerektiğinin bilincindedirler. Ayrıca müminler dıştan ne kadar yumuşak başlı ve merhametli bir tavır içerisindeyseler, içlerinde de aynı merhameti yaşarlar. Eğer bağışlayıcı bir üslup kullanıyorlarsa, içlerinde de gerçekten bağışlamışlardır. Kalplerinde kinden ve öfkeden yana bir şey yoktur. Nefisleriyle çatıştığı bir olayla karşılaşınca bir anda Kuran ahlakından uzaklaşıp eza verici bir üslup kullanmanın Allah Katında sorumluluğu olabileceğini bilirler. Bu nedenle de karşılarındaki kimseler güzel ahlak göstermeseler de, onlar Allah'ın rızasını kazanmak için hoşgörülü, şefkatli, merhametli ve bağışlayıcı bir tarzda konuşurlar. Bir ayette Allah müminlere şöyle bildirmektedir:
Sen af (veya kolaylık) yolunu benimse, (İslam'a) uygun olanı (örfü) emret ve cahillerden yüz çevir. (Araf Suresi, 199)

İstişare etmek

Kuran ahlakından uzak insanların konuşmalarında dikkat çeken özelliklerden biri de her zaman son sözü söylemeye ve haklı çıkmaya çalışmalarıdır. Karşı tarafın ne dediğini anlayıp bunlardan istifade etmektense, kendi fikirlerini dile getirmeye ve kabul ettirmeye bakarlar. Oysa bilgi düzeyi ne olursa olsun, insanın karşı taraftan öğreneceği bir şeyler olabilir. Karşı taraf daha az bilgili olsa bile, her zaman için konuya farklı bir açıdan bakabilmesi, objektif değerlendirmeler yapabilmesi, faydalı fikirler verebilmesi mümkündür.
Duyduğu her sesi Allah'ın yarattığını bilen bir insan, dinlediklerinde istifade edebileceği hikmetler olabileceğini düşünür ve bunları tespit etmeye çalışır. Çok iyi bildiği bir konuda bile eksik veya hatalı düşünebileceğinin farkındadır. Kuran'ın "Her bilgi sahibinin üstünde daha iyi bir bilen vardır" (Yusuf Suresi, 76) hükmü gereğince, bir konuda ne kadar bilgili olursa olsun, bir başkasının daha da bilgili olabileceğini, daha isabetli karar verebileceğini göz önünde bulundurarak karşı tarafın tespit ve önerilerine açık olur. Hatta böyle bir durum söz konusu olduğunda, kimse bir şey söylemeden, aklına, vicdanına ve samimiyetine güvendiği kişilere kendisi danışır; onlarla istişare eder yani fikir alışverişinde bulunur. İşleri istişare ile yapmanın müminlerin önemli özelliklerinden biri olduğunu bilir. Ayette şöyle buyrulmaktadır:
Rablerine icabet edenler, namazı dosdoğru kılanlar, işleri kendi aralarında şura ile olanlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak edenler. (Şura Suresi, 38)
Peygamberimiz Hz. Muhammed de, "Kim bir işe girişmek ister de, o hususta Müslüman biri ile muşavere ederse Allah onu işlerin en doğrusunda muvaffak kılar." (Kütüb-i Sitte, 16. Cilt) sözleriyle iman edenlere bu konunun önemini hatırlatmıştır.
Bunun yanı sıra müminlerin konuşmalarında iddialaşma üslubunun da yeri yoktur. Önemli olan kendi fikirlerini karşı tarafa kabul ettirebilmeleri değil, en doğru olanı bulabilmeleridir. Bu konudaki ortak ölçüleri de Kuran'dır. Konuşmalarında kendilerine Kuran'ı rehber edindikleri için, Kuran'a dayalı her çözüme tabi olurlar. Bir ayette müminlerin bu özelliğine şu sözlerle dikkat çekilir:
Onlar, kendilerine Rablerinin ayetleri hatırlatıldığı zaman, onun üstünde sağır ve körler olarak kapanıp kalmayanlardır. (Furkan Suresi, 73)

"MaşaAllah, Allah'tan başka kuvvet yoktur" diyerek konuşmak

İnsanın dünya hayatında karşılaştığı tüm nimetlerin tek hakimi ve tek sahibi Allah'tır. Ancak kimi insanlar Allah'ın kendilerine verdiği nimetlerin asıl sahibinin kendileri olduğunu zannederek gaflete kapılabilmektedirler. Ellerindeki bu imkanlar nedeniyle Rabbimiz karşısındaki acizliklerini unutup kibirlenen bir tavır gösterebilmektedirler. Oysa tüm bunları insana veren Allah, dilediği anda geri almaya güç yetirendir. Bu nedenle insanın sahip olduğu her nimeti, her birinin Allah'ın birer lütfu olduğunu bilerek ve Rabbimiz'e şükrederek kullanması gerekmektedir. Allah insanların bu gerçeği anlayabilmeleri için Kuran'da şöyle bir örnek vermiştir:
Onlara iki adamın örneğini ver; onlardan birine iki üzüm bağı verdik ve ikisini hurmalıklarla donattık, ikisinin arasında da ekinler bitirmiştik. İki bağ da yemişlerini vermiş, ondan (verim bakımından) hiçbir şeyi noksan bırakmamış ve aralarında bir ırmak fışkırtmıştık. (İkisinden) Birinin başka ürün (veren yer)leri de vardı. Böylelikle onunla konuşurken arkadaşına dedi ki: "Ben, mal bakımından senden daha zenginim, insan sayısı bakımından da daha güçlüyüm." Kendi nefsinin zalimi olarak (böylece) bağına girdi (ve): "Bunun sonsuza kadar kuruyup-yok olacağını sanmıyorum" dedi. Kıyamet-saatinin kopacağını da sanmıyorum. Buna rağmen Rabbim'e döndürülecek olursam, şüphesiz bundan daha hayırlı bir sonuç bulacağım." (Kehf Suresi, 32-36)
Kuran'da bahsi geçen bu iki kişiden mal bakımından daha güçlü olanı, sahip olduğu mülk ve serveti kendisine verenin Allah olduğunu unutmuş ve bunları kendinden zannederek övünmeye başlamıştır. Allah'ın verimli kılmasıyla yemişlerini veren bağını, hurmalıklarını ve ekinlerini sonsuza kadar hiç yok olmayacak, hiçbir zaman zarara uğramayacak sanmıştır. Bakıldığında arasından ırmak geçen ve verimli bir görüntüsü olan bu bağın son derece korunaklı, hiç bozulmayacak gibi güzel ve ihtişamlı olduğu düşünülebilir. Ama tüm varlıkların Allah'a boyun eğmiş olduğunu unutmamak gerekir. Kainattaki herşey gibi bağ da Allah'ın kontrolündedir; her bir tomurcuk ancak Allah'ın iznine bağlı olarak açmakta, her bir dal Allah emrettiği için filizlenmektedir. Allah dilediği için ırmak hurmaların köklerini beslemekte, Allah emir verdiği için bağ canlı ve verimli kalabilmektedir; hepsi Allah'ın sadece "Ol" demesi ile kuruyup yok olabilir.
Kuran'da sahip olduğu nimetleri kendisine verenin Allah olduğunu unutan kişiye, bağına girdiğinde Allah'ın gücünü ve kudretini övüp yüceltmesi ve"MaşaAllah, Allah'tan başka kuvvet yoktur" demesi gerektiğinin hatırlatıldığı bildirilmiştir:
Kendisiyle konuşmakta olan arkadaşı ona dedi ki: "Seni topraktan, sonra bir damla sudan yaratan, sonra da seni düzgün (eli ayağı tutan, gücü kuvveti yerinde) bir adam kılan (Allah)ı inkar mı ettin? Fakat, O Allah benim Rabbim'dir ve ben Rabbim'e hiç kimseyi ortak koşmam. Bağına girdiğin zaman, 'Maşa Allah, Allah'tan başka kuvvet yoktur' demen gerekmez miydi? Eğer beni mal ve çocuk bakımından senden daha az (güçte) görüyorsan. Belki Rabbim senin bağından daha hayırlısını bana verir, (seninkinin) üstüne gökten 'yakıp-yıkan bir afet' gönderir de kaygan bir toprak kesiliverir. Veya onun suyu dibe göçüverir de böylelikle onu arayıp-bulmaya kesinlikle güç yetiremezsin." (Derken) Onun ürünleri (afetlerle) kuşatılıverdi. Artık o, uğrunda harcadıklarına karşı avuçlarını (esefle) oğuşturuyordu. O (bağın) çardakları yıkılmış durumdaydı, kendisi de şöyle diyordu: "Keşke Rabbim'e hiç kimseyi ortak koşmasaydım." Allah'ın dışında ona yardım edecek bir topluluk yoktu, kendi kendine de yardım edemedi. İşte burada (bu durumda) velayet (yardımcılık, dostluk) hak olan Allah'a aittir. O, sevap bakımından hayırlı, sonuç bakımından hayırlıdır. (Kehf Suresi, 37-44)
Ayetlerden de anlaşıldığı gibi, Allah bir afet göndererek sahip olduklarıyla övünen bu kimsenin hem bağını hem de ürünlerini yerin dibine geçirmiş ve ona Allah'tan başka bir kuvvet olmadığını hatırlatmıştır. Sahip olduğu herşeyi yitirdiğinde bu bağ sahibi kişi, Allah'tan başka bir dost ve yardımcı olmadığını anlamış ve "Keşke Rabbime hiç kimseyi ortak koşmasaydım" diyerek Allah'a sığınmıştır.
Kuran'da anlatılan bu kıssadan alınması gereken derslerden biri şudur; insanın hiçbir zaman sahip olduğu şeyleri kendinden zannetmemesi, her bir nimet ve güzellikle karşılaştığında "MaşaAllah, Allah'tan başka kuvvet yoktur" diyerek Allah'ın şanını yücelten bir üslup içerisinde olması gerekmektedir. 

Anne ve babaya güzel söz söylemek

Kuran ayetleriyle hatırlatılan bir başka konu da anneye ve babaya karşı kullanılacak üsluba ilişkindir. Allah Kuran'da, "Biz insana anne ve babasını (onlara iyilikle davranmayı) tavsiye ettik. Annesi onu, zorluk üstüne zorlukla (karnında) taşımıştır. Onun (sütten) ayrılması, iki yıl içindedir. Hem Bana, hem anne ve babana şükret, dönüş yalnız Bana'dır." (Lokman Suresi, 14) hükmüyle insana annesine ve babasına karşı iyilikle davranmasını emretmektedir.
Kuşkusuz anne ve babanın evladı üzerindeki çabası çok büyüktür. Annesi pek çok güçlüğe göğüs gererek onu dokuz ay boyunca karnında taşımış ve her türlü fedakarlığa katlanarak büyütmüştür. Babası da onu yetişkin bir yaşa eriştirebilmek için büyük emek harcamıştır. İnsanın kendisine gösterilen bu güzel ahlakı ve emeği görmezlikten gelerek anne babasına karşı büyüklük taslaması, onlara karşı merhametsiz bir tavır içerisinde olması mümin ahlakıyla bağdaşmaz. Allah "… Anne-babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa ve sağ ellerinizin malik olduklarına güzellikle davranın. Çünkü, Allah, her büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez." (Nisa Suresi, 36) sözleriyle de insana anne babasına karşı güzellikle davranmasını ve onlara karşı böbürlenen bir tavır göstermekten sakınmasını buyurmaktadır.
Allah bu konuda insanın nasıl titiz bir tavır içerisinde olması gerektiğini de şöyle açıklamaktadır:
Rabbin, O'ndan başkasına kulluk etmemenizi ve anne-babaya iyilikle-davranmayı emretti. Şayet onlardan biri veya ikisi senin yanında yaşlılığa ulaşırsa, onlara: "Öf" bile deme ve onları azarlama; onlara güzel söz söyle. Onlara acıyarak alçakgönüllülük kanadını ger ve de ki: "Rabbim, onlar beni küçükken nasıl terbiye ettilerse Sen de onları esirge." (İsra Suresi, 23-24)
İnsan, anne ve babasına karşı "öf" bile demeyecek kadar saygılı ve hürmetkar bir üslup içerisinde olmalıdır. Alabildiğine alçakgönüllü ve anlayışlı olmalı ve onlara daima güzel söz söylemelidir. Onlar kendisini yetiştirip büyütürken nasıl emek verdilerse, yaşlılığa eriştiklerinde de kendisi onlara karşı aynı sabırlı ve şefkatli üslup içerisinde olmalıdır. Bu sefer de kendisi anne babasının kusurlarına anlayış göstermeli, ihtiyaçlarına şefkatle yaklaşmalıdır. Her ne olursa olsun onlara karşı kızgın ya da tahammülsüz bir üslup kullanmamalıdır.
İnsanın anne babasının Allah'a isyan halinde olması durumunda ise Kuran'da bildirilen ölçü, din konusunda onlara itaat etmemek ama yine de onlarla iyi geçinmek şeklindedir. Kuran'da müminin göstermesi gereken bu davranış şöyle açıklanmaktadır:
Bununla birlikte, onların ikisi (annen ve baban) hakkında bir bilgin olmayan şeyi Bana şirk koşman için, sana karşı çaba harcayacak olurlarsa, bu durumda onlara itaat etme ve dünya (hayatın)da onlara iyilikle (ma'ruf üzere) sahiplen (onlarla geçin) ve Bana 'gönülden-katıksız olarak yönelenin' yoluna tabi ol. Sonra dönüşünüz yalnızca Bana'dır, böylece Ben de size yaptıklarınızı haber vereceğim. (Lokman Suresi, 15)
Biz insana, anne ve babasına (karşı) güzelliği (ilke edinmesini) tavsiye ettik. Eğer onlar, hakkında bilgin olmayan şeyle Bana ortak koşman için sana karşı çaba harcayacak olurlarsa, bu durumda, onlara itaat etme. Dönüşünüz Bana'dır. Artık yaptıklarınızı size haber vereceğim. (Ankebut Suresi, 8)
Kuran'da ayrıca Hz.Yusuf'un anne babasına karşı olan saygılı ve hürmetkar tavrı örnek verilerek, bu ahlakın üstünlüğüne dikkat çekilmiştir. Hz. Yusuf Mısır'ın yönetiminde önemli bir yere sahip olduğu halde anne ve babasına karşı son derece tevazulu ve alçakgönüllü bir tavır içerisinde olmuştur:
Böylece onlar (gelip) Yusuf'un yanına girdikleri zaman, anne ve babasını bağrına bastı ve dedi ki: "Allah'ın dilemesiyle Mısır'a güvenlik içinde giriniz." Babasını ve annesini tahta çıkarıp oturttu… (Yusuf Suresi, 99-100)
Hz İbrahim'in, kendisini putlara tapmaya çağıran babasına karşı olan tavrı ve konuşma üslubu da inananlar için güzel bir örnektir. Babasının olanca saldırgan tutumuna rağmen, Hz. İbrahim ona "babacığım" hitabıyla karşılık vererek üstün bir ahlak sergilemiştir:
Kitap'ta İbrahim'i de zikret. Gerçekten o, doğruyu-söyleyen bir peygamberdi. Hani babasına demişti: "Babacığım, işitmeyen, görmeyen ve seni herhangi bir şeyden bağımsızlaştırmayan şeylere niye tapıyorsun? Babacığım, gerçek şu ki, bana, sana gelmeyen bir ilim geldi. Artık bana tabi ol, seni düzgün bir yola ulaştırayım. Babacığım, şeytana kulluk etme, kuşkusuz şeytan, Rahman (olan Allah)a başkaldırandır. Babacığım, gerçekten ben, sana Rahman tarafından bir azabın dokunacağından korkuyorum, o zaman şeytanın velisi olursun." (Babası) Demişti ki: "İbrahim, sen benim ilahlarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer (bu tutumuna) bir son vermeyecek olursan, andolsun, seni taşa tutarım; uzun bir süre benden uzaklaş, (bir yerlere) git." (İbrahim:) "Selam üzerine olsun, senin için Rabbim'den bağışlanma dileyeceğim, çünkü, O, bana pek lütufkardır" dedi. "Sizden ve Allah'tan başka taptıklarınızdan kopup-ayrılıyorum ve Rabbim'e dua ediyorum. Umulur ki, Rabbim'e dua etmekle mutsuz olmayacağım." (Meryem Suresi, 41-48)

Arkadan konuşmamak, dedikodu yapmamak

Cahiliye ahlakına sahip kimi insanlar, çevrelerindeki kişilerde gördükleri kusurları, eksiklikleri onların yüzlerine söylemektense arkalarından konuşurlar. Bu kişilerin insanları daha iyiye yöneltmek, eksik yönlerini telafi etmelerine katkıda bulunmak gibi bir amaçları yoktur. Kimi zaman sırf vakit geçirmek, kimi zaman hoşlanmadıkları insanlar hakkında etrafta olumsuz kanaat oluşturmak, kimi zaman bir insanı küçük düşürüp alay etmek, kimi zaman da başkalarını yererek kendilerini yüceltmek gibi basit amaçlar uğruna dedikoduya dalarlar. Bu tavır bozukluğu bazı insanlar arasında öylesine yaygındır ki, bu kimseler dedikodu yaparak eğlenmeyi hatta hayatlarını dedikodu üzerinden kazanmayı olağan bir yaşam şekli haline getirmişlerdir.
Günümüzde, dünyanın pek çok ülkesinde sırf dedikodu amacı güden pek çok gazete ve dergi yayınlanmakta, çeşitli televizyon programları hazırlanmaktadır. Bu tür yayınlar, dedikodu olarak adlandırılan tavır bozukluğunu son derece makul göstermeye ve meşrulaştırmaya çalışmaktadır.
Oysa bu insanlar çelişki içindedirler. Çünkü başkalarını "çekiştirmek"ten, onların dedikodusunu yapmaktan zevk alan bu insanlar, aynı durumla karşılaştıklarında bunun ne kadar kötü bir davranış olduğunu anlatıp durmaktadırlar. Ama herşeye rağmen kendileri zarar görmedikleri sürece dedikodudan vazgeçmezler. Birkaç dakika önce hakkında olumsuz konuştukları bir insanla yüz yüze geldiklerinde sanki hiçbir şey olmamış gibi yapmacık bir üslupla sahte dostluklarını sürdürürler. Üstelik bu durum zincirleme sürüp gider; biraraya gelen iki kişi üçüncü bir kişiyi çekiştirir, sonra bu kişilerden biri üçüncü kişiyle diğerini ve sonra da diğer iki kişi biraraya gelerek diğerinin dedikodusunu yaparlar. Kimse birbirine dedikodunun yanlışlığını hatırlatmaz; hatta birbirlerine verdikleri telkinler, dedikodudan zarar gelmeyeceği, bunun hayata renk kattığı, aralarında bir eğlence vesilesi olduğu yönündedir.
Oysa Allah Kuran ile bu tavrın yanlışlığını insanlara bildirmiştir; Allah bir ayette insanların birbirlerini arkadan çekiştirmelerinin, "insanın ölü kardeşinin etini yemesi" kadar çirkin bir tavır olduğunu şöyle belirtmiştir:
Ey iman edenler, zandan çok kaçının; çünkü zannın bir kısmı günahtır. Tecessüs etmeyin (birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın). Kiminiz kiminizin gıybetini yapmasın (arkasından çekiştirmesin.) Sizden biriniz, ölü kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte, bundan tiksindiniz. Allah'tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, tevbeleri kabul edendir, çok esirgeyendir. (Hucurat Suresi, 12)
Başka ayetlerde de Allah, insanların bir eğlence vesilesi olduğunu öne sürerek makul göstermeye çalıştıkları bu tavrın ahiretteki karşılığını şöyle açıklamaktadır:
Arkadan çekiştirip duran, kaş göz hareketleriyle alay eden her kişinin vay haline; (Hümeze Suresi, 1)
Hayır; andolsun o, 'hutame'ye atılacaktır. 'Hutame'nin ne olduğunu sana bildiren nedir? Allah'ın tutuşturulmuş ateşidir. Ki o, yüreklerin üstüne tırmanıp çıkar. O, onların üzerine kilitlenecektir; (Kendileri de) Dikilip-yükseltilmiş sütunlarda (bağlanacaklardır). (Hümeze Suresi, 4-9)
Kuran ahlakından uzak bir yaşam süren insanların bu üslubuna müminlerin arasında rastlanmaz. Müminler Allah'ın her yerde, her konuşulanı duyduğunu bilerek O'nun sakınılmasını bildirdiği bir söz söylemekten titizlikle kaçınırlar. Dedikodunun, yanlış olduğu kadar boş bir konuşma olduğunu da bilirler. Çünkü bir insanın gıyabındaki bir söz ne o şahsa fayda verir ne de kişinin kendisine. Belki bu şekilde kişinin eksik olduğu yönlerde teşhisler yapılır ancak bunlardan haberi olmadığı için o kişinin tavırlarında herhangi bir değişiklik yapabilmesi mümkün olmayacaktır. Kendisine anlatılmadığı, tarif edilmediği sürece kendi kendine tespit edemediği bu eksikliklerini telafi etme imkanı bulamayacaktır. Bu nedenle müminler birbirleri hakkındaki olumlu ya da olumsuz tüm düşüncelerini hiç çekinmeden birbirlerine aktarırlar. Gerçek dostluk ve samimiyetin bunu gerektirdiğini, sevdikleri bir insanın hatalarını en güzel üslupla yüzüne söylemenin kötülük değil iyilik yapmak olduğunu bilirler. Amaçları birbirlerini daha iyi, daha güzel ve daha kusursuz bir ahlaka yöneltebilmektir. Bu, Allah'ın Kuran'da insanlara bildirdiği 'iyiliği emredip kötülükten sakındırmak' emrinin de bir gereğidir.

Zan ve iftirada bulunmamak

Müminlerin özen gösterdikleri bir başka önemli konu da, bilmedikleri bir şey hakkında zan ve tahmine dayalı konuşmalardan kaçınmaktır. Allah bir ayetinde"Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme; çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur." (İsra Suresi, 36) sözleriyle bu durumun Allah Katında kişiye yükleyeceği sorumluluğu hatırlatmaktadır. Bir başka ayetinde ise Allah yeryüzündeki insanların büyük çoğunluğunun 'zan ve tahmin ile yalan söylediklerini' bildirmekte ve müminleri bu konuda uyarmaktadır:
Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak 'zan ve tahminle yalan söylerler.' (Enam Suresi, 116)
Kimi insanlar zan ve tahminle konuşmayı yaygın bir alışkanlığa dönüştürmüşlerdir. Bu öylesine kabul görmüş bir üsluptur ki insanlar bazen zanlarını gerçekmiş gibi kabul edip hayatlarını bu doğrultuda yönlendirebilmektedirler. Sözgelimi kısa sürede zengin olan bir ahbapları hakkında hiç düşünmeden kötü zanda bulunabilirler; "Kim bilir bu parayı hangi yoldan kazandı", "Maaşıyla bu serveti edinemeyeceği çok açık" gibi tahminlere dayalı sözler söyleyerek bu kişi hakkında kolayca hüküm verebilirler. Oysa belki de konunun aslı sanılandan çok daha farklıdır. Belki kalan bir miras, belki işlerinin yolunda gitmesi bu kişiyi zenginleştirmiş olabilir. İnsan hiçbir zaman için merakını cezbeden, aklına yatmayan ya da kafasını karıştıran bir durum karşısında herhangi bir bilgi ya da delile dayandırmadan tahminde bulunmamalıdır. Çünkü böyle dayanaksız bir tahmin doğruyu tespit edebilmede kişiye yarar sağlamaz. Allah bir ayetinde "... Oysa gerçekte zan, haktan yana hiçbir yarar sağlamaz." (Necm Suresi, 28) sözleriyle zan ve tahminin insanı gerçeklerden yana hiçbir sonuca ulaştıramayacağını hatırlatmaktadır.
Müminler Kuran'da hatırlatılan bu gerçeği bilerek konuşurlar. Karmaşık bir durumla karşılaştıklarında bilgi ya da belgeye dayanmadan kişiler hakkında herhangi bir zanda bulunmazlar. Mutlaka ya ilgili kişiden sorarak ya da gerçekçi bir araştırma yaparak konu hakkında kesin bir bilgi edinir ve ancak elde ettikleri bu bilgilere dayanarak bir sonuca varırlar.
Bu konuda Kuran'da verilen örneklerden birinde Peygamberimiz (sav)'in eşi hakkında hiçbir bilgileri olmadığı halde zanda bulunan kimselerden bahsedilmektedir. Allah müminlere herhangi birinin bir mümin hakkında zanda bulunduğunu duyduklarında "Bu, açıkça uydurulmuş iftira bir sözdür" ya da"Bu konuda söz söylemek bize yakışmaz. (Allah'ım) Sen yücesin; bu, büyük bir iftiradır" diyerek çevrelerindeki insanlara da zandan kaçınmayı hatırlatmaları gerektiğini bildirmektedir:
Doğrusu, uydurulmuş bir yalanla gelenler, sizin içinizden birlikte davranan bir topluluktur... Onu işittiğiniz zaman, erkek müminler ile kadın müminlerin kendi nefisleri adına hayırlı bir zanda bulunup: "Bu, açıkça uydurulmuş iftira bir sözdür" demeleri gerekmez miydi? Ona karşı dört şahitle gelmeleri gerekmez miydi? Şahitleri getirmediklerine göre, artık onlar Allah Katında yalancıların ta kendileridir. Eğer Allah'ın dünyada ve ahirette sizin üzerinizde fazlı ve rahmeti olmasaydı, içine daldığınız dedikodudan dolayı size büyük bir azab dokunurdu. O durumda siz onu (iftirayı) dillerinizle aktardınız ve hakkında bilginiz olmayan şeyi ağızlarınızla söylediniz ve bunu kolay sandınız; oysa o Allah Katında çok büyük (bir suç)tür. Onu işittiğiniz zaman: "Bu konuda söz söylemek bize yakışmaz. (Allah'ım) Sen yücesin; bu, büyük bir iftiradır" demeniz gerekmez miydi? Eğer iman edenlerden iseniz, bunun gibisine bir daha dönmemeniz için Allah size öğüt vermektedir. Allah size ayetleri açıklıyor; Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.(Nur Suresi, 11-18)
Kimi insanlar zanna dayarak konuşmayı önemsiz ve zararsız bir konu olarak görebilmektedirler; ancak Allah ayetleriyle bu tavrın Kendi Katında "çok büyük bir suç" olduğunu hatırlatmaktadır.
Bu konuda yine Kuran'da geçen bir başka örnek ise Hz. Meryem'in durumuna ilişkindir. Kuran'da bildirildiğine göre, kendisine hiçbir beşer dokunmadan Allah'ın sadece "Ol" demesiyle Hz. İsa'ya hamile kalan Hz. Meryem, kavminin zanna dayalı iftiralarıyla karşı karşıya kalmıştır:
Böylece onu taşıyarak kavmine geldi. Dediler ki: "Ey Meryem, sen gerçekten şaşırtıcı bir şey yaptın. Ey Harun'un kız kardeşi, senin baban kötü bir kişi değildi ve annen de azgın, utanmaz (bir kadın) değildi." (Meryem Suresi, 27-28)
(Bir de) İnkara sapmaları ve Meryem'in aleyhinde büyük bühtanlar söylemeleri. (Nisa Suresi, 156)
Oysa Hz. Meryem Kuran'da, "Hani melekler: "Meryem, şüphesiz Allah seni seçti, seni arındırdı ve alemlerin kadınlarına üstün kıldı" demişti." (Al-i İmran Suresi, 42) ayetiyle de bildirildiği gibi, Allah'ın alemlere üstün kıldığı ve Allah'a gönülden bağlı olduğu bildirilen bir kimsedir.
Allah, kavminin ona attığı bu iftiranın asılsızlığını "İmran'ın kızı Meryem'i de. Ki o kendi ırzını korumuştu. Böylece Biz ona Ruhumuz'dan üfledik. O da Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını tasdik etti. O, (Rabbine) gönülden bağlı olanlardandı." (Tahrim Suresi, 12) ayetiyle açıklamıştır. Ve iffetiyle Hz. Meryem'i iman edenlere örnek kıldığını bildirmiştir.

Alaycı bir üslupla konuşmamak

Dünyanın neresine giderseniz gidin, kimle konuşursanız konuşun "sizinle alay edilmesini ister misiniz?" diye soracak olursanız, büyük olasılıkla tüm insanlardan "elbette ki hayır" cevabını alırsınız. Ne var ki kendileriyle alay edilmesinden hiçbir şekilde hoşlanmayan bu insanlar, söz konusu bir başkası olduğunda alay etmeyi önemli bir eğlence vesilesi olarak görürler. Bu üslubun kimi insanlar arasında geniş çapta kabul görmüş olması ise insanları aldatır ve alaycılığı makul görmelerine neden olur. Bu tavrın kötü niyet içermediğini, üstelik karşı tarafın da bundan zevk aldığını öne sürerler. Aynı durum kendi başlarına geldiğinde ise yakınıp dururlar. Kendileriyle alay edildiğinde insanların kasten, kendilerini kızdırmak ve küçük düşürmek amacıyla bu üslubu kullandıklarını söyleyerek söz konusu kişilere karşı kızgınlık duyarlar. Ama insanlar arasında üstünlük sağlamanın bir yolu olarak gördüklerinden fırsat buldukları anda bu tavır bozukluğunu başkalarına uygulamakta bir sakınca görmezler. Bir kişinin eksikliklerini ortaya çıkardıklarında, acizlikleriyle ya da kusurlarıyla alay ettiklerinde kendi üstünlüklerini daha iyi vurgulayabildiklerine inanırlar.
Böyle insanlar vicdanlarının sesini tamamen bastırdıkları için zamanla giderek daha insaniyetsiz ve umursuz bir karaktere bürünürler. Tavırlarla, konuşmalarla, yaşam tarzıyla alay ettikleri gibi, doğuştan gelen fiziksel özelliklerle veya tamamen insani acizliklerle de alay etmeyi ilkel bir zevk haline getirirler. Bir kimsenin boyunun kısalığı, saçının olmaması, aksanı, gözlerinin bozukluğu, kilosu, kültür düzeyi, giyim tarzı, mesleği, çalıştığı işyeri, yaşadığı semt, evinin eşyaları, arabasının modeli onlar için birer alay konusu olabilir. Hapşıran, dili sürçen, boğazına bir şey takılan, ayağı takılıp düşen insanlar bile alaya alınır. Alaycı bir karakter gösteren insanlar bu konuları gündeme getirip başkalarını küçük düşürmekle, kendi başarılarını, güzelliklerini ya da zenginliklerini ön plana çıkarmış olduklarını düşünürler. Alaycı esprilerini günlerce, aylarca hatta kimi zaman yıllarca anlatarak gündemde tutmaya çalışırlar.
Diğer taraftan, alaya konu olan bazı kişilerin hatası da alaycı bir üsluba yine alaycı bir üslupla karşılık vermek olur. Cahiliye toplumlarında yaşanan bu karşılıklı gurur savaşı içinde alaycı üslup iyice yaygınlaşır. Oysa alaycılık Allah'ın insanlara sakınılmasını bildirdiği bir davranıştır:
Ey iman edenler, bir kavim (bir başka) kavimle alay etmesin, belki kendilerinden daha hayırlıdırlar; kadınlar da kadınlarla (alay etmesin), belki kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kendi nefislerinizi (kendi kendinizi) yadırgayıp-küçük düşürmeyin ve birbirinizi 'olmadık-kötü lakaplarla' çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötü bir isimdir. Kim tevbe etmezse, işte onlar, zalim olanların ta kendileridir. (Hucurat Suresi, 11)
Müminler Allah'ın bu emrini bilerek bir başkasına karşı hiçbir şekilde alaycı bir üslup kullanmazlar; kendilerine böyle bir üslupla yaklaşanlara da son derece tevazulu davranır ve onlara Kuran ahlakıyla cevap verirler. Çünkü asıl üstünlüğün Kuran ahlakını en güzel şekilde yaşamakla kazanılacağını bilirler. Nefsin telkinlerine uyarak cahiliye ahlakıyla davrananlara aynı ahlakla karşılık vermek kolay bir tercihtir. Makbul olan nefsin telkinlerine aldırış etmeyip vicdanın sesini dinleyebilmektir. Müslümanlar da vicdanlarıyla konuşan insanlardır.
Bir insanın hapşırmak, öksürmek, düşmek gibi tamamen insani acizliklerini alaya almanın ya da doğuştan gelen fiziksel kusurlarını dile düşürmenin, hoşlanmadığı lakaplarla hitap etmenin eğlenceli hiçbir yanı yoktur. Bu bakış açısıyla hareket eden müminler insanları rencide edici, küçük düşürücü hiçbir söz veya espriden zevk almazlar. Kendileri bu ahlaka hiçbir şekilde tenezzül etmedikleri gibi bulundukları ortamlarda da insanların bir başkasını alaya almasına müsaade etmezler. Acizlikleri yaratanın Allah olduğunu ve dilerse alay eden kişiye de aynı acizlikleri vermeye güç yetirebileceğini bilerek hareket ederler. Nitekim Allah bu gerçeği bir ayetinde şöyle bildirmektedir:
Andolsun, senden önceki elçiler de alaya alındı da alaya aldıkları şey, onlardan maskaralık yapanları çepeçevre kuşatıverdi. (Enam Suresi, 10)

Haset ve kıskançlık içeren bir üsluptan kaçınmak

Allah "… Nefisler ise 'kıskançlığa ve bencil tutkulara' hazır (elverişli) kılınmıştır. Eğer iyilik yapar ve sakınırsanız, şüphesiz, Allah yaptıklarınızdan haberi olandır" (Nisa Suresi, 128) ayetiyle her insanın nefsinde kıskançlık duygusunun bulunduğunu ancak bunun sakınılması gereken bir özellik olduğunu hatırlatmaktadır. Başka ayetlerde de Allah, kıskançlık duyan insanın şerrinden sakınılması gerektiğini hatırlatmakta ve kıskançlığın ne tür kötülüklere kapı açtığını şöyle haber vermektedir:
De ki: "Sabahın Rabbine sığınırım. Yarattığı şeylerin şerrinden, karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden, düğümlere üfüren-kadınların şerrinden, ve hased ettiği zaman hasetçinin şerrinden." (Felak Suresi, 1-5)
Allah'ın insanları bu tavır bozukluğunu yaşayan kişilerin şerrine karşı uyarmış olması, kıskançlığın insanları nasıl bir ahlaka sürükleyebileceğinin anlaşılması açısından son derece önemlidir. Kıskançlık nedeniyle yaşanan huzursuzluklara toplumda sık sık rastlanır; ciddi boyutlarda yaralanmalara ve hatta cinayetlere yol açan tartışma ve çekişmelerin kaynağı hep kıskançlıktır.
Müslümanlar kıskançlığın Allah'ın beğenmediği bir tavır olduğunu bilirler bu nedenle nefislerini bu kötü ahlak özelliğinden arındırmak için çalışırlar. Müminler insanlara sahip oldukları bütün güzellikleri ve nimetleri verenin Allah olduğundan haberdardırlar. Dolayısıyla Allah'ın bir insana verdiği bir nimeti ya da güzelliği kıskanmanın Allah'ın takdirine razı olmamak anlamına gelebileceğini bilirler. Çünkü Allah bu nimetleri o kişiye vermekte bir hikmet, hayır ve güzellik görmüştür. Üstelik tüm bunlar o kişinin dünya hayatındaki imtihanının bir parçasıdır; aynı şekilde o güzellikleri gören diğer insanların imtihanlarının da bir parçasıdır. İnsan ya bu nimetlerden dolayı kıskançlık duygusuna kapılacak ya da bu duyguyu yenerek başkalarının nimet sahibi olmasından hoşnut olacak bir ahlaka ulaşacaktır. Nitekim Kuran'ın "Böylece: "Allah içimizden bunlara mı lütufta bulundu?" demeleri için onlardan bazısını bazısıyla denedik. Allah, şükredenleri daha iyi bilen değil mi?" (Enam Suresi, 53) ayetinde bu durumun insanların denenmesi için özel olarak yaratıldığı bildirilmektedir.
Ayrıca unutulmamalıdır ki bazı insanların dünya hayatında kıskandıkları nimetlerin tümü ölümle birlikte yok olacaktır. Er ya da geç yok olacak bir şeyi kıskanıp bundan dolayı Allah'ın hoşnut olmayacağı bir tavır içerisine girmek büyük bir hatadır. Bu şuurla hareket eden müminler çevrelerindeki insanlarda güzel bir özellik gördüklerinde kıskançlıktan Allah'a sığınırlar. Kendileri bu ahlaktan sakındıkları kadar konuşmalarıyla başkalarına bir vesvese veya tedirginlik vermekten de titizlikle kaçınırlar. Karşılarındaki insanların güzel yönlerini takdir eder, bu takdir ve beğenilerini dile getiren övgü dolu bir üslup kullanırlar. Kıskançlığa yenik düşen kişiler ise böyle durumlarda karşı tarafı takdir eden övücü bir üslup kullanmak yerine, bunları görmezlikten gelip o kişinin eksik ve kusurlu yönlerini daha fazla vurgulamaya çalışırlar.
Müslüman, ayette belirtilen 'nefsin bencilce istek ve tutkularını' kontrol edebilen insandır. Diğer tavır bozukluklarında olduğu gibi, kıskançlıkta da nefsine Kuran ayetleriyle karşılık verir. Allah Katında da, müminler arasında da üstünlük; güzellik, zenginlik, tahsil ya da kültür gibi temellere dayalı değildir. En takva olan kişi, Allah Katında da, müminler arasında da en üstün görülen ve en sevilen insandır. Özenilecek asıl tavrın takva oluşu müminlerin dünyevi nimetleri kıskanmalarını ortadan kaldıran önemli bir gerçektir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder